Naci ile Jannone
22 Şubat 1933. Soğuktu herhalde, en fazla gümüşlü bir kış güneşi. Karlı mıydı bilmem ama olaylıydı. Yeni hikâyem için geçmiş gazetelerde maziyi izlerken o günkü Cumhuriyet’te gördüm; ne Cumhuriyet ama: Mahmut Yesari, Ruşen Eşref, Server Bedi (şu büyük Peyami Safa).
1933, yepyeni heyecanlı Türkiye’nin onuncu yılı, ferah: 29 Ekim 1933 geliyor. O yıllarda ülkemizde kimi özel girişimler var: Ayvalık’a giden Selamet Postası, Bursa Zonguldak arası Mustafa Cemal Vapuru vs. Tümamiralimiz Cem Gürdeniz çok sever bence; bu hatların yazılmamış tarihi Deniz Mecmuası’na pek yakışır!
VAGON – Lİ
Sadece denizyolu değil, demiryolu şirketleri de mevcut. 1872’de George Nagelmackers’ın kurduğu Vagon-Li bunlardan biri. Yataklı yemekli tren hizmeti veriyorlar. 1883 sonrası Doğu Ekspresi ile Paris - İstanbul seferi; Beyoğlu’nda ve Galata’da iki ofis. Cumhuriyetle birlikte Gazi’nin izniyle İstanbul - Ankara yataklı yemekli vagonlarını işletmeye başlıyorlar. 1927’de kurulan TCDD, 1933’te henüz bu işe el atmamış demek; Vagon-Li, 1972’ye dek görevi sürdürecek. Türk ve Fransız personelin çalıştığı bu şirketle devlet görevlileri de seyahat etmekte.
O eski yataklı vagonları çok özlüyorum bazen. Nefis bir lokantası vardı. İkindiyin binerdin, vaktikerahat gelip çatınca tren tıngırtıları eşliğinde, yanından Anadolu akıp giderken, Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nın bu hatta geçen izlerini takip ederek iki tek atıp gecenin tenha yollarına karışmak. Geç vakit kompartımandaki yatağa uzanıp gün ışırken Sincan, derken sabahın seriniyle Kızılay... Bambaşkaydı. Açık konuşayım, şimdiki yüksek hızlı trenlerde, eski “düşük hızlı” trenlerin tadını yok, yükseği de hızı da her zaman sevmem zaten. Ankara’nın en güzel yanını İstanbul’a dönmek sanan Yahya Kemal gibi söylersek, bir tel kopunca, ebediyen kesiliyor bazen ahenk.
“NECE ANIRIYOR?”
22 Şubat 1933’e dönelim. O gün Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli altındaki Vagon-Li şubesinde yaşanıyor olay: Yönetici, Mösyö Jannone Fransız. Çalışan memurlar genelde Türk, onlardan biri de Naci... Naci akşam treni için yer arıyor müşterilerinden birine. Beyoğlu şubesinin tüm biletleri satıldığından Galata’ya telefon açıyor. Türkçe yapılan görüşme, Jannone’yi rahatsız ediyor, “bu arkadaş, nece anırıp durmakta” diye soruyor çevredeki memurlara; Türkçe diyor onlar da... Jannone, Naci’ye dönüp “burada resmi lisanın Fransızca olduğunu bilmez misiniz, size sopa ile mi davranmalı” diye bağırıyor. Naci, karşılığında “ben Türküm, ülkemde resmi lisan da Türkçe, hatta siz de iyice öğrenmelisiniz,” diyor. Jannone daha da sinirlenip Naci Bey’e on lira da ceza kesiyor. Naci ceza ödemeyeceğini belirtip “memleketimde Türkçe konuşmak hakkımdır” şeklinde dikleniyor. Türkçe düşmanlığı bitimsiz Jannone, sonunda kovuyor memuru.
Olay, 24 Şubat’ta gazetelere yansıyor. Dolayısıyla büyüyor. 25’inde akşam saat dört gibi, üniversiteli Türk gençliği sokaktadır. Vagon-Li merkez binasının önünde toplanıp camlarını kırıyorlar; “içeri yakıştıramadıkları” Gazi’nin resmini alıp Halkevi’ne götürecekler. Şirket, Karaköy’de, Tünel’in karşısındadır, bugün yerinde bir otel olmalı. Büyük gösteri oluyor. Gençler, bugünün bir kısım solcusu için hiç tanıdık olmayan bir sloganla sürdürüyor eylemi, ayıp bugün böyle şeyler: “Yaşasın Türkiye, yaşasın Türkçe!”
Gösteriler, 26 Şubat’ta manşettedir; on yıl önce yedi düvelle savaşmış insanların halini Yunus Nadi’nin yazdıkları özetler: “Türkiye’de çalışan hiçbir müessese, burada illa filan dil konuşulur, diye iddia edemez. ... Medeni ve müstakil her memlekette yabancı dillere sadece müsamaha olunur, o kadar.” Hatta Nadi, sona doğru sert girip biz her yerde “illa Türkçe” demiyoruz fakat hiç olmayacak yerde Türkçe olmaz denirse “pek haklı olarak tepemizin atmaması da mümkün olmaz” deyip ekliyor: “Bu hasbıhal ile yerli yabancı herkese en mantıki yol için vazıh bir işaret verebilmiş isek ne iyi!”
GAZİ, BEYOĞLU’NDADIR
Gençler eylemi akşam Babıali’de sürdürür, Cumhuriyet’e yaklaştıklarında Safa'nın dilimize “dil uzatanların dilleri kurusun” diye bağırmasıyla heyecan artar. Olan bitene o günlerde yapılan güzellik yarışması kadar yer ayırmayan gazeteler kınanır. Bu sırada Gazi İstanbul’da, Beyoğlu’nda dişçidedir. Gürültüyü duyup konuyu öğrenince “çocukların başına en ufak iş gelmesin” talimatı verir. Peyami Bey’in 26 Şubat yazısına bak: “Ne? Hâlâ mı benim toprağımda sen Mösyö, sen Mistır, sen Sinyör, sen Her, sen Gospodin, hâlâ mı sen etimi sömüren domuz!” Tarzı savunacak değilim. Üstelik Safa bu yazıdan altı yıl sonra radyoda Hitler’i dinlerken Almanca bilmese de heyecandan bayılır; savrulan biri. Sorum var: Bu tür bir yazı, bugünkü “solcu” basınımızda “yabancı düşmanlığı” olarak geçecek, gelgelelim kimse, “o zaman Vagon-Li’de yapılan nedir kardeş” diye sormayacak, sorana da faşist denecektir; neden?
Yaşasın Türkiye diye bağıranlardan Türk’ten utandığı için Türkiyeli diyen hasta duyarlığa nereden geldik? Bir Jannone, Türkiye’de en azından herkes biliyor varsayıp İngilizce konuşurken neden Türkçe öğrenmek için uğraşmaz; neyi kaybettik? Kimin tarafındayız? Neden Naci’ye Jannone’den az değer veriyoruz; Naci zaten bizim diye mi? O zaman neden Hüseyin Rahmi Gürpınar Enstitümüz; Aziz Sancar Sokağımız yok? Yoksa bağımız mı kopuk kendimizle. En son bir arkadaşa Dede Korkut okuyorum bu ara dedim, MHP’li misin diye sordu? Naci’nin marşını milliyetçi bulup oturum alacağı Jannone’nin ülkesinin marşını hevesle söyleyenler? Neden bir yerin vatandaşı olamadan önce dünya vatandaşlığına bunca meraklıyız? Neden Naci, neden!