23 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Napoleon ve Putin

Yavuz Alogan

Yavuz Alogan

Eski Yazar

A+ A-

1917 Ekim Devrimi her geçen yıl biraz daha uzaklaşıyor. Bütün kahramanlarıyla, güçlü ve zayıf yanlarıyla güncelliğini yitiriyor, bir zamanlar çok canlı görünen renkleri giderek tarihî olayların tasvir edildiği goblenler gibi soluyor.
Onu tarihin içinde 1789 Fransız Devrimi’nin yanına mı, yoksa 1871 Paris Komünü’nün yanına mı koymak gerekir?
Tarihçi Eric Hobsbawm, “Fransız Devrimi’ne Bakış” adlı kitabında Ekim Devrimi’nin 20. asır devrimlerinin prototipi olduğunu, fakat ölçeği ve yarattığı etkilerin sürekliliği bakımından Fransız Devrimi’ne kıyasla “cüce” kaldığını söyler. Bununla birlikte 1917, burjuva demokratik devrim aşamasını bilinçli bir atılımla aşarak başka devrimlerin yolunu açmıştır. 1789 ise etkileri günümüze kadar gelen hukukî, idari yapılar yaratmış, “yurttaş” kavramını ve ulus-devlet anlayışını getirmiştir. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi dünyanın her yerinde yankılanmıştır.
Zamanla her iki devrimin ışığı revizyonist görüşlerin prizmasında kırıldı. Mesela, bu kadar kanlı bir devrime ne gerek vardı, XVI. Louis zaten feodal yapıdan şikâyetçiydi, üstelik kapsamlı reformlar yapmak üzereydi, denilmiş; ya da Ekim Devrimi’nin son tahlilde bir demokratik devrim olduğu iddia edilmiş; ya da Robespierre’in kanlı bir katil olduğu, devrimle oluşan yapının Napoleon İmparatorluğu’yla yıkılarak boşa gittiği sanılmış; bütün devrimlerin son tahlilde aynı kapıya çıktığı, hatta Putin’in ezilen dünyanın bir lideri olarak emperyalizmle savaştığı söylenmiştir.
Napoleon ile Putin arasında, arkalarında kalan devrime ilişkin tutumları bakımından önemli farklar var. Napoleon fiilen bir kenara ittiği burjuvazinin devrimci düşüncelerini kendi imparatorluğunda cisimleştirerek Fransız Devrimi’nin ilkelerini kılıç zoruyla bütün Avrupa’ya yaydı. Waterloo’da (1815) tasfiye edildiğinde, Avrupa’nın sınıfsal yapısını hallaç pamuğu gibi atmış, kapitalizmin ve burjuva demokratik devrimlerin yolunu açmıştı. 1920’de Kızıl Ordu, Pilsudski’nin ordularını yenerek Varşova’yı alıp Almanya sınırına dayanabilseydi, Troçki de bir tür Kızıl Napoleon olarak devrimi Avrupa’nın içlerine yayabilirdi. Fakat Devrimci Rusya’nın Napoleon gibi bir “Grand Armée” (Büyük Ordu) kurabilecek kaynakları yoktu.
Dar kafalı fakat azimli bir Sovyet bürokratı olan Putin ise oligarkların işbirlikçi olan bölümünü tasfiye edip bir süre kadar Çarların hatırasını canlandırdıktan sonra, fazla açık etmeden Stalin’in Rus halkı üzerindeki birleştirici etkisini serbest bıraktı. Sovyetler Birliği’ni bir arada tutan ideolojik şeyin önemini bilse de ülkesinin doğal kaynaklarını ve nükleer silahlarını kullanarak “Berlin-Moskova-Tokyo” yatay ekseninde ittifak aramaktan ve güneyindeki devlet ve devletçikleri kendisine bağlayarak Çarlık İmparatorluğu’nu yenilemeye çalışmaktan başka şansı yok. Napoleon Fransız Devrimi’nin bayrağını taşıyordu, Putin ise Bolşeviklerin kurşuna dizdiği Romanovlar’ın bayrağını taşıyor. Birincisi bir ihtilalin fikirlerini yaydı, ikincisinin ise insanlığa söyleyecek sözü yok.
1991’de Ekim Devrimi sadece 74 yıl ayakta tuttuğu umutları değil, dünya proletaryasının bütün kazanımlarını, hatta klasik sosyal demokrasinin hedef ve programlarını da beraberinde sürükleyerek tarihe karıştı. 1917’nin kelebek gözlüklü, keçi sakallı, hem silahlı hem kitaplı teorisyenlerinin tartışmaları, 21. yüzyılın iktisadi ve toplumsal sorunlarını aydınlatabilecek bir süreklilik kazanamadı. Geleceğin devrimleri, örgütlenme, sınıfsal ilişkiler, mücadele ve ayaklanma taktikleri bakımından yaratıcılık gerektiren koşullarda gerçekleşecek ve geçmişteki benzerlerinden çok farklı, yeni bir devrimciler kuşağı sömürü ve eşitsizliğe karşı bugünden hayal edilemeyen bir mücadeleye önderlik edecek.
Lenin ve Ekim Devrimi olmasaydı Marx, “Komünist Manifesto”ya rağmen, Adam Smith ve David Ricardo’nun yanında kalırdı. Belki geleceğin devrimleri de renkleri her geçen yıl biraz daha solan Ekim Devrimi’ni benzer biçimde farklı ve güçlü bir ışıkla aydınlatacak. O zamana kadar, 74 yıl süren Sovyet Devrimi’ni, 1789 Fransız Devrimi’ne fazla bulaştırmadan, fazla didikleyip çarpıtmadan, 60 gün süren Paris Komünü’nün yanına koyarak muhafaza altına almak daha doğru olur. Öyle bir zaman gelir ki tarih geçmişin bütün devrimci fikirlerini harmanlayıp hızlanarak yoluna devam eder. Ekim Devrimi’nin 101. yıldönümünü bu düşüncelerle kutluyoruz.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları
HDP sorunu 24 Ağustos 2019
Müşterek harekât 17 Ağustos 2019
Yeni bir dünya 06 Ağustos 2019
Üretim devrimi 03 Ağustos 2019
Demokrasi sorunu 30 Temmuz 2019