NATO çıkmazına karşı Türkiye’nin çözümü
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine davetine engeli, Türkiye’nin son dakikada kaldırması ABD, NATO ve içerideki NATO’cularda sevinç yarattı. Hükümet ise, NATO Zirvesi’nden bir gün önce İsveç ve Finlandiya ile imzalanan üçlü mutabakat muhtırasını büyük bir zafer olarak sunmaya çalışıyor. Mutabakat metninde yer alan, İsveç ve Finlandiya’nın PKK, PYD/YPG ve FETÖ’ye destek olmayacağına dair ifadelere dayanarak “Türkiye’nin istediğini aldığı” propaganda ediliyor. Oysa herkes biliyor ki, “bağlayıcı” olarak sunulan metindeki bu ifadelerin uygulamada hiçbir işlevi bulunmuyor. Zira bu tür ifadeler eğer bağlayıcı olsaydı, mevcut durumda olduğu gibi, NATO ülkelerinin, yasal olarak terör örgütü saydığı PKK’ya çeşitli kılıflar altında destek vermesi mümkün olmazdı.
STRATEJİDEKİ YANLIŞLIK
İmzalanan ortak mutabakat metni ile Türkiye bir irade beyanında bulunmuş oluyor. Metinde NATO’nun genişleme politikası ile İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğe daveti kabul ediliyor. Evet, bu üyelik sürecinin daha sonraki aşamalarında Türkiye’nin yeniden “hayır” demesinin önünde engel değil. Fakat, eğer bu olayda olduğu gibi strateji baştan yanlış olursa, bundan sonra bu konuda yeniden “hayır” noktasına gelmek daha zor olacaktır.
Stratejideki en temel yanlışlık, bu meselenin NATO-Türkiye, ABD-Türkiye ilişkileri düzleminde bütünsel bir stratejik konu olarak değil, ABD ve diğer ülkelerle taktiksel bir pazarlık konusu olarak ele alınmasıdır. Pazarlıkta, her iki tarafın elinde de kozlar vardır, kimin kozu daha kuvvetliyse alışveriş onun lehine sonuçlanır. Anlaşılıyor ki, Erdoğan yönetiminin yürüttüğü pazarlıkçı yaklaşımın sonucunda kurulan masada, ABD’nin elindeki kozların ağırlığı daha fazla olmuş, böylece Türkiye bir anlamda çıkmaza sokulmuştur. Türkiye’yi çıkmaza sürükleyen yaklaşım, NATO’nun genişlemesine yol açıyor ve daha önce de açıklandığı üzere ilke olarak İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğini desteklemekten başlıyor. Bununla birlikte, üyelik konusundaki esas itirazı, İsveç ve Finlandiya’daki iadesi istenen FETÖ ve PKK’dan arananların teslimine ya da yapılacak yasal düzenlemelere bağlamak, kağıt üzerindeki bazı taahhütlerle meselenin çözüldüğü görüntüsünün verilmesine imkan sağladı.
NE OLDU?
Peki Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kadar esip gürledikten sonra nasıl bu noktaya geldi? Bu sorunun yanıtı önemli. Çünkü bundan sonraki gelişmelerin de seyrini belirleyecek. Bu konuda dikkat çekici bir gelişme, NATO Genel Sekreteri’nin de katılımıyla İsveç, Finlandiya ve Türkiye heyetlerinin yaptığı toplantının sabahında ABD Başkanı Biden ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki telefon görüşmesi oldu. Bu sonuncusu, Biden’ın Başkanlık koltuğuna oturduğu 20 Ocak 2021’den bu yana ikisi yüz yüze üçü telefonla olmak üzere Erdoğan ile yaptığı beşinci görüşme oldu.
Erdoğan’ın, NATO Zirvesi’nin yapılacağı Madrid’e hareketinden önce basın toplantısında Biden ile konuşmasına atıf yaparak ABD ile en önemli görüşmenin F-16 meselesi olduğunu söylemesi dikkat çekti. Bu ayrıntı ilginçti çünkü Economist dergisi, F-16 meselesi ile bağlantı kurarak Biden’ın Erdoğan’a üyeliklere vetoyu kaldırması için baskı yaptığını yazdı. Economist’teki haberde şöyle deniyor: “Stoltenberg, Amerika'nın çok da görünür olmayan perde arkası baskısından da yararlandı. ABD, Türkiye'yi, Kongre'de blokajındaki F-16 savaş uçakları alımını riske ettiği yönünde sıkı bir uyarı yapmışa benziyor.” (BBC Türkçe, 29 Haziran 2022)
Kuşkusuz ABD ile konuşulan konular F-16’larla sınırlı değil. Ancak, İsveç ve Finlandiya’nın üyelikleri ile ilgili durumda olduğu gibi, F-16’lar konusunda da ABD’nin minderinde güreşmek olarak ifade edilebilecek ciddi bir sorun söz konusu. Bu mesele kamuoyuna öyle sunuluyor ki, sanki Biden yönetimi, F-16’ların Türkiye’ye satışına onay verirse ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerdeki sorunlar çözülüverecek gibi bir hava yaratılıyor.
YIĞINAKTAKİ HATA TELAFİ EDİLEMİYOR
Erdoğan yönetimi, hem Türkiye’ye hem de Erdoğan’ın kendisine karşı, stratejik düşman olarak sınıflandırdığı ülke ve liderlere göre politikalar uygulayan ABD ile ilişkileri konusunda bir karar vermek zorundadır. ABD’den gelen tehdide göre yalpalamalar, Erdoğan yönetimi için telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası alanda elini zayıflatıyor. 24 Nisan 2021’de Biden’ın 1915 olaylarını Ermeni soykırımı olarak nitelemesiyle başlayan süreçte, gereken kararlı yanıtları vermeyerek benimsenen tutum, her yeni olayda daha büyük tavizlerin yolunu açıyor. Geçen yıl Ekim ayında ABD Büyükelçisi önderliğinde 10 ülkenin büyükelçisinin Türkiye’nin içişlerine müdahale anlamına gelen pervasız bildirisi de sonunda sineye çekilmişti. Şimdi de Türkiye için de tehdit olan NATO’nun genişlemesine ve Türkiye’nin Atlantik karşısında gerçek müttefikleri olan Rusya ile Çin’in hedefe konulmasına “evet” deniyor.
Ancak bitirirken şunu söyleleyelim: Bu adım, kimilerinin iddia ettiği gibi Erdoğan yönetiminin ve Türkiye’nin yeniden ABD’nin dümen suyuna girdiği ya da gireceği anlamına gelmez. Türkiye ile ABD arasındaki karşıtlık stratejiktir. Şu andaki durum, bu karşıtlığın yarattığı siyasal düzlemdeki dalgalanmalardan kaynaklanmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin Atlantik’ten gelen tehdide karşı gelişen dünya cephesinin öncülerinden biri olmasıyla aşılabilir. Bunu sağlayacak siyasal program, irade ve güç Türk milletinde vardır. Türkiye bu cendereden Vatan Partisi öncülüğünde çıkacaktır.