Nâzım’a Mektup
Beyefendi, Elli beş yıl önce bugün ayrıldınız aramızdan, ne düşündünüz giderken? Moskova’da yitirdik; öyle seviyoruz ki sizi vasiyetinizi olsun yerine getirip mezarınızı Anadolu’ya getiremedik. Öyle seviyoruz ki Türkiye’de on tane Nâzım Hikmet İlkokulu yok. Öyle seviyoruz ki Cumhuriyet Gazetesi, zamanında yüzünüze tükürülsün diye fotoğrafınızı basmıştı. Seviyoruz, Nâzım Hikmet Enstitüsü yok ülkemizde! Düzeltiyorum var; Boğaziçi Üniversitesi girişimde bulundu, açılışa da konuşmacı olarak size en yakışan ismi, Orhan Pamuk’u getirdi. Aman dert yanıyorum işte! Bu ülkede Ahmet Altan’a Hırant Dink Ödülü verildi.
Türk aydını bugün halen size sarılıyor. Diyalektik; sizde, karşıtını buluyor çünkü. O kısır, siz çalışkan. O çorak, siz bitek. O düşünce fakiri, siz cömert. O nasıl kıvırtıyor, siz nasıl güzel değiştiniz. Değişimin yasası elbet: Ağa Camii şiirinden Benerci’ye geçtiniz. İşlediğiniz kuyumu tanıdınız. Bodur makide, kavaktınız. Hani “Bende bir kavak ürperir / Nerede olsam sesi gelir / Muhacirliğimden beri” demiştiniz ya o kavak, telli kavak!
Adıyla hitap ettiğimiz, bizi onaran az şair var. Zira size Nâzım Hikmet diyeni görmedim pek; siz hep Nâzım’sınız. Başka memleket girdi, uzaklık girmedi araya, Memet diye seslendiniz bu yana. Memet ki büyüdü fotoğraflarda...
Bakın bu da Neruda: “Yine de yılmadan türkülerimizi söyledin, daha onlar düzülmeden; / Yanık benzinin kokusunu duydun resmi bile çizilmeden traktörlerin...” Böyle yazdı ardınızdan. Oysa Tarsus Gülek Gazetesi’nde Kâmil Bozkurt, Moskova’ya gidişinizden sonra: “Uzaktan uzağa atıyon dürzü / Kanın bozuk ondan yitirdin ırzı / Utanmaz, hayasız, namussuz dürzü / Bir de türküm diye kuruldun kafir...”
Onca yıl yatıp çıktınız, “yaşamak ne güzel şey be kardeşim” dediniz yine de... Ferahtı kelimeleriniz, insandı, karlı havada dişlenen kırmızı elma; bir mavi kumaşta unutulmuş zarif kadın eliydi şiiriniz, bir hava... Nerval’in şu dizeler, Cahit Sıtkı çevirmiş; o şiirdeki hava: “Bir hava bilirim dünyalara değişmem / Bütün Rossini, Mozart, Weber sizin olsun / Çok eski bir hava, ağır, hazin, muhteşem / Yalnız ben duyarım onda ne varsa füsun...”
Fakat şairlikten gayrı, insandınız siz. Şairlik bir hırs; yaşarken kendi adına onur ödülü koyan var ülkemizde. Şairlik piyasa; her cenazede herkesin elini sıkan küçük memur, der Baudelaire! Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yaratmış biri nasıl sadece şair kalabilir? İnsandınız, dövüşerek büyüdünüz. Sacco ile Vanzetti’de: “Burjuvazi, / Kavgaya davet etti bizi / Davetleri kabulümüzdür” dizelerini başka nasıl yazabilirdiniz!
Öyle ilerledik ki edebiyatta, şairimiz hep dünya şairi, akrostişe bile gönül indiren kalmadı artık. Geliştik mutlaka fakat düzyazıya da giriştiğimden uzak kaldım, fark etmedim demek. Yine de Tanpınar deyişiyle “mısrada uçan” şair az artık! Akrostiş dedim de avukatınız İrfan Emin’e yazdığınız şiir: “İyi günlerimde çok eller uzanır ellerime, / Resmimi, suratımı başköşeye asarlar... / Fakat demir kapıların her kapanışında üzerime, / Ardında taş duvarların her kaldığım zaman, / Ne arayan beni, ne soran... / Eh, daha iyi be, bunun böyle olduğu... / Minnetim ve borçluluğum yalnız sana kalsın. / İyi günlerimde benim unuttuğum insan eli / Nasılsın?” Siz bende, işte o insan eliydiniz.
Nâzım Bey, bahar tuhaf geçti, yaz geldi. Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır, derdi Turgut Uyar; siz tavır insanıydınız. Dostunuz Peyami Safa ile kavgalarınız... Dostluk biraz da yaradır, ikiniz de kim bilir nasıl yaralandınız! O kavgalardan kalan en çetin şiir nasıldı: “En güzel günlerimin / Üç melun adamı var: / Biri sensin, / Biri o, / Biri ötekisi... / Düşmanımdır ikisi; / Sana gelince... / Yazıyorsun, / Okuyorum / Kanlı bıçaklı düşmanım bile olsa, / İnsanın bu rütbe alçalabilmesinden korkuyorum...”
Yüksekte artık alçaklar. Bugün, şair olduğunuz kadar insanlığınız için de sizi özlüyorum. Günahınız, sevabınız... Mavi gözlerinizden öpüyorum.