Nermin Yıldırım: Toplumsal çözülmenin romancısı
Nermin Yıldırım, anlatılarında sizi bellek yolculuklarına çıkarır. Kahramanlarının zihinsel durumları dünle bugün arasındaki gel-gitlerdedir.
Onları örseleyen, yeryüzünde varoluş nedeni olan aile, dolayısıyla anne-baba gerçekliği neredeyse tüm romanlarının odağında yer alır.
O, bize, kırgın ezgin hayatlardan söz eder.
Bırakılmışlık duygusunun ezinci, ufalanan çocukluğun trajedisi salt birer travma yansıması olarak romanlarında yer etmez. İnsanın, zamane insanının yaşadığı ortam/ilişkiler(i), karşılaşıp ettikleri, içte ve dıştaki dünyasının alabora oluşu romanlarının dokusunu oluşturur.
Onun yansıttığı bireysel dünyaların seyrine çıktığımızda, 1970’lerden bugüne yaşadığımız toplumsal çözülmelerin neden/niçinlerini gözleriz.
Yıldırım, yeni romanı “Misafir”de bir anlamda yaratılan o toplumsal yapıda en büyük hasarı alan “aile”yi konu edinir.
Bunu da bir akıl hastanesi, iki ana karakter (Esin-Rikkat) gerçekliğinde yansıtır.
Yıldırım, derinlikle bir dünyanın anlatıcısı olarak çıkar karşımıza bu kez de.
Kendi anlatı labirentinde bir anlatıcıdır. Dahası bunu kurarken büyük bir resmi işler adeta. Kişi/yer/zaman, toplumsal yaşamın gündeş seyri; bütün bunları tümleyen belleğin işaretleri (dün/geçmiş zaman ve yaşanan zaman) onun bu anlatı evreninin renklerini oluşturur.
İlk romanı “Unutma Beni Apartmanı” ve bir önceki romanı “Dokunmadan”ı hatırlarsak; o derinlikle dünyalara bakan/yönelen anlatıcının hikâye anlatma, öykü kurma yetisinin gücünü de görmüş oluruz.
Anlatıcının bu yanı önemlidir. Öyle ki; her bir kurgusunda birçok izleğin altını kalın çizgilerle çizerken; insanın ruhsal dokusunun ve renklerinin romanının ana ekseninde belirgince yer etmesini sağlar.
Yıldırım, burada da öyle yapmıştır. Hatırlayarak yazar, kahramanını düşündürürken onun bilincinin dağarcığındakilerle yol aldırır.
Giderek şizofrenik bir toplum olmaya yönelen ülkemizde, insanların “delilik” hallerini içte ve dışta görünen/yaşanan yanlarıyla yansıtır.
Romanın odak kişisi Esin’in anlatımında kendi trajedisi dile getirilirken, orada yakın ilişkide olduklarının (Canan, Adalı Yakup) dramı da yansıtılır.
Ötede ise hastanede hemşire olarak görev yapan Rikkat Hanım’ın onlara yakın-uzak duruşuyla, “ev” diye nitelendirilen hastanenin işleyişi, nasıl yönetildiği yer yer anlatılır. Romanın ikinci anlatıcı sesi olan Rikkat Hanım’ın içsesi/anlatımında kendi yaşamının bütün seyri ortaya çıkar. Hem kurumun hem de kendi yalnızlığının aynasıdır bu bir bakıma.
Yıldırım, romanın ana karakteri Esin’in gerçekliğinde çok yönlü bir bakış geliştirir. Bir yanda onun iç dünyasını aydınlatırken, onu akıl hastanesine sürükleyen gerçekleri de adım adım anlattırır.
Bir bakıma içeriden/dışarıdan bakışla yansıttığı dünyalarda adeta şizofren toplumun anomik yapısını çıkarır ortaya.
Onu ufalayan, sıkıştırıp sığlayan yapının aile kurumunu oluşturamayan, bireyin hak ve özgürlüklerini olduramayan, adalet sistemini toplumun her katmanında var edememe...
Özcesi insanımızı “birey” olarak hayata hazırlayamama serüvenimizi anlatır.
Bu yaşama sürecindeki kırılmalar, ezilmeler, terk edişler, bekleyişler, avuntuların insanın ruhunda açtığı yaralar...
Nermin Yıldırım, işte bu kederli toplumun yalnız, kırılgan insanlarını anlatır.
Evet, artık günümüzde roman/lar Dostoyevski’nin yazdığı gibi yazılmıyor. Ama onun ruhu, anlatı aurası hâlâ bugünün romancısının romancı/anlatıcı aklının bir yerinde.
Nermin Yıldırım, insanın o tikel durumlarını anlatırken, bireyin varolma sanrılarının labirentlerinde gezinirken Dostoyevski’den Jung’a, Camus’den Foucault’ya kadar birçok anlatıcının da bakışından, dünya halini kavrayış sancısından beslenen bir anlatıcı olarak çıkıyor karşımıza.