Oblomov’un özeleştirisi-1
Dünya edebiyatına damga vurmuş bazı klasik eserlerin, 20’li, 40’lı ve 60’lı yaşlarda, en az üç kez okunması gerektiğini düşünüyorum. Kendi adıma bunu yeterince uyguladığım söylenemez ama klasiklerin her okunuşta ayrı bir tat bıraktığını, gençken okunan bir romanın orta ve ileri yaşlarda tekrar ele alınmasının çok yeni şeyler öğrettiğini de iyi biliyorum.
“Oblomov” mesela… Üniversite yıllarımda ilk okuduğumda zihnimde yalnızca bir “tembellik eleştirisi” olarak yer eden, hiçbir iş yapmayan ama işsizlikten de zevk alamayan bir karakterin yerden yere vurulması olarak algıladığım bu unutulmaz romanı geçenlerde tekrar okuduğumda (Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 37. Baskı, 2022, 619 s.) bambaşka bir boyutunu da fark ettim. Lenin’in “Rusya üç devrim geçirdi, ama gene de Oblomov’lar kaldı; çünkü Oblomov’lar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda, komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir” dediği bu karakterin aslında büyük bir özeleştiride bulunduğunu görmüş oldum. Yıkılmakta olan bir toplum düzeninin, Rus derebeyi sınıfının çocuğu, “en doğal hali kanepesinde uzanmak” olan Oblomov ile onun en yakın arkadaşı ve anti-tezi olan, kapitalizmin temsilcisi Ştolts’un ilişkileri ve tabii ki Oblomov’un beceriksizce harcadığı aşkının öznesi Olga’nın varlığı, İvan Aleksandroviç Gonçarov’un kaleminden özeleştirel keskin bir çığlığı da barındırıyor gerçekte.
EVDE KÖK SALMAK
Bir ara memurluk yapan ve kısa sürede vazgeçen, Gonçarov’un “Bütün gün uzanıp yatabileceğini düşünerek ferahlık duyuyordu. Rapor hazırlamaya, evrak yazmaya mecbur olmadığı, duygularını, hayallerini serbest bırakabildiği için gurur duyuyordu” dediği Oblomov, bir zamanlar büyük serveti olan ama gittikçe fakirleşen ve yeni zenginler arasında kaybolup giden bir ailenin son üyesidir. Petersburg’da neredeyse “hiç kımıldamadan”, evinden çıkmadan yaşar. Yaşamı boyunca çoraplarını kendisi giymemiştir; bu iş için uşağı Zahar vardır. “Yeni girişimler hayırlı da olabilir ama insanın rahatını kaçırır; hayatı altüst eder, kaygılar getirir. Öteye beriye koş, satın al, sat, yaz, yaz, yani durmadan hareket. Hayatla bu kadar oynamaya gelmez” (s. 157) diye düşünür yattığı yerden.
Dışarıyla hemen hiç ilgisi kalmayan ve “evine kök salmaya” başlayan Oblomov’un yaşamla en sıkı bağı, onu zorla dışarı çıkarmaya çalışan, Olga’yla tanıştıran, sık sık Avrupa’ya seyahat eden işadamı, çocukluk arkadaşı Alman kökenli Ştolts’tur. Ştolts’un “delikanlı taşkınlığı”, Oblomov’a baskı yapmaya, onu bazı hayat hamlelerine zorlamaya kadar gider. Ama “rahatlıktan rahatsız” olan Oblomov, “Yarım kalmış bir adam olduğunu, ruh güçlerinin gelişmeden kaldığını, hayatına bir ağırlığın çöktüğünü” bilmektedir ve bunu düşündükçe içi parçalanır: “Başkalarının zengin, hareketli hayatını kıskanıyor; kendi hayatının yolunu ağır bir kaya parçasıyla tıkanmış, daracık, zavallı bir keçiyolu gibi görüyordu. İçinde, hiç uyanmadan kalmış, biraz kurcalanmış, fakat hiçbiri sonuna kadar işlenmemiş birçok yetenek olduğunu acı acı seziyordu.” (s. 115).
YIPRANMIŞ BİR ELBİSE GİBİ
Kendisini “yıpranmış bir elbise” gibi hisseden, düşünce ve irade gücü çoktandır felce uğramış olan Oblomov, Ştolts’a şöyle seslenir:
“Toplum! Senin beni bu adamların içine götürmen, onlardan iyice nefret etmem için herhalde. Hayat; amma da hayat ha. Ne bulabilir insan orada? Fikir meseleleri mi var? Duygu meseleleri mi var? Bu hayatın bir ekseni yok: Derin, hayati hiçbir yan yok. Bütün bu salon adamları benden çok daha uyuşuk, benden çok daha ölü (…) Zavallılar kendilerini halktan üstün sanıyorlar.” (s. 214).
Ve derin bir sızıyla şöyle der Oblomov:
“Her şeyi biliyorum, anlıyorum, ama gücüm, iradem yok. Bana iradeni, zekânı aşıla, o zaman istediğin yere götür. Belki senin peşinden gelebilirim, ama yalnız başıma yerimden kımıldayamam (…) Tanrı bilir niçin hayatım böyle harcandı gitti. Benim hayatım, sönmüş başladı. Kendimi bilir bilmez sönmeye başladığımı hissettim.” (s. 225-226).