Okyanus Korkusu
Batı sömürgeciliği ve emperyalizm, okyanuslarda doğup büyüdü ve hâlâ okyanuslarda devam ediyor. Neden ve nasıl böyle oldu? Kimse bana Doğu’nun bilim ve teknolojide geriliği palavrasını sıkmasın. Bu gerçeğin temelinde, bir tarafın cesareti, diğerinin de korkusu vardır. Açıklayayım…
Batı’nın kibirli tarihçileri, 8.-15. yüzyıl arasında, Müslüman coğrafyacıların, erken Roma dönemi haritacılık geleneğini devam ettirdiklerini savunurlar. Gerçekte İslam coğrafya bilimi, 2. yüzyılın İskenderiyeli coğrafyacısı Batlamyus’un bilim mirasından elbette yararlanmakla beraber, Endülüs’ten Çin’e kadar geniş bir ticaret ağı kuran Müslüman kâşif ve tüccarların taşıdığı bilgileri kullanmasını bilmiştir. Orta Çağ kilisesi, Avrupa’da, Batlamyus dâhil tüm erken Roma biliminin izlerini silmekle meşgulken; İslam topraklarında, Hintçe ve Farsçadan Arapçaya çevrilen astronomi eserlerinde, 8. yüzyıldan itibaren Yunanca kaynaklardan yapılan çevirilerden de faydalanılmıştır. O dönemde cehaletin hâkim olduğu Avrupa’dan hiçbir bilimsel fayda bulamayan Müslüman coğrafyacılar ve gökbilimciler, Doğu Asya ile Batı Asya’nın harmanlanması olarak görülebilecek en ciddi atılımını 9. yüzyılda Abbasi Halifesi el-Me’mun döneminde gerçekleştirmiştir. Halife el-Me’mun’un kurduğu Bağdat Akademisi, Batlamyus’un güven vermeyen teorik temellerine düzeltmeler yaptıktan sonra 833 yılında, mükemmele yakın doğrulukta koordinat tabloları da bulunan küresel izdüşümlü bir dünya haritasını çizme başarısını elde etmiştir.
“El-Me’mun Haritası”, Batlamyus’un “bütün denizlerin bir göl gibi kara kütleleri tarafından kuşatıldığı” varsayımının tam aksine “ana karaların okyanuslar tarafından kuşatılmış olduğu”nu -doğru bir şekilde- savunarak Asya okyanusları ve denizlerinin tüm ayrıntılarını Asyalı denizcilerin hizmetine sunmuştur. Cahil Avrupa’nın 600 yıl kadar önüne geçen bilimsel mükemmelliğine rağmen “El-Me’mun Haritası”, Batı kaynaklı bir “okyanus korkusu”nu da Asya’ya taşıyan eser olmuştur. “El-Me’mun Haritası”na göre “al-bahr al-muhît (çevreleyen deniz)” olarak tanımlanan ve gemi seferlerine izin veren okyanus, “al-bahr al-zalm (zalim okyanus)” adlı, karanlık ve gemilerin geçişine izin vermeyen ikinci bir okyanusla daha çevriliydi.
12. yüzyılda Ebû Abdullâh al-Zuhrî adında bir Arap coğrafyacı, -Asya’nın yüzlerce yıllık denizci deneyimine dayanarak- “El-Me’mun Haritası”ndaki ürkütücü “karanlık okyanus” düşüncesine itiraz etmiştir. Yine de, cahil Batı’nın bulaştırdığı bu anlamsız “korku”, karanlık okyanusa düşmek istemeyen hünerli Müslüman denizcilerinin Hint Okyanusu’nda kıyılardan 2.600 milin daha ötesine gitmelerini durdurduğu için Hint Okyanusu’nun dışına, yani Atlantik ve Pasifik’e çıkışlarına engel olmuştur.
Gelelim, uzak denizlere gitmeyi engelleyen bu saçma korkunun, Batı’daki özgün kaynaklarına… Bilimin sunduğu gerçekler yerine, saçma sapan mit ve fantezilerden beslenmekte olan Avrupa, MÖ 1.000 yılında Fenikelilerin ürettiği kıyı ve ada haritalarının 13. yüzyılda tekrar yaptıkları kopyalarını kendilerine mal ederken bile, mit ve fantezilerden oluşan korku dünyalarını bu ilkel atlaslara yansıtmayı ihmal etmemişlerdir. Avrupa’da Fenike ve Kartaca’dan miras kalmış bu haritalara insafsızca ilave edilen korkutucu çizimlerin temelinde ise, Romalı Büyük Plinius’un kaleme aldığı “Naturalis Historia” adlı kitabı vardır. Eserin başkahramanı Apollonios’un 1. yüzyılda Mısır ve Hindistan’a yaptığı geziler, efsanevî ve gerçek dışı bir sunumla aktarılmıştır. Canavar mitleri, 3. yüzyılda İskenderiye’de yazıldığı tahmin edilen Yunanca “Physiologus” adlı bir anonim hayvan tanıtım kitabında da devam etmiştir. 3. yüzyılda yaşamış olan ve 16. yüzyılda bile Avrupalı coğrafyacıları etkileyen Solinus’un “Harikalar Galerisi (Collectanea Rerum Memorabillium)” adlı eserinde dört gözlü insanlar, köpek kadar büyük karıncalar, tek ve geniş bacaklı insanlar gibi acayipliklere yer verilmiştir.
6. yüzyılın seyyahlarından Cosmas Indicopleustes’in dünyanın düz olduğuna inanan “Topographia Christiana” adlı eseri de Avrupalı denizcilerin hizmetine sunulan haritalara korku tohumları ekmeye devam etmiştir. Coğrafyayı Orta Çağ kilisesinin bağnazlığı üzerinden yorumlayan Cosmas Indicopleustes, dünyada kullanıma elverişli yalnızca Akdeniz, İran, Arap ve Hazar denizlerinin bulunduğunu, yeryüzünün okyanuslarla çevrili olduğunu ve bu okyanusları da (Terra ultra Oceanum) insanın Tufan’dan önce yaşadığı bölgelerle Hz. Adem’in cennetinin çevrelediğini, -yani, insanoğlu için erişilmez olduğunu- iddia etmiştir.
Mandeville’nin 1322-1356 arasındaki Asya seyahatlerini anlattığı “Mandeville’s Travels” adlı eser, Avrupa’da Marco Polo’nun kitabından bile fazla okunmuş ve etkili olmuştur. Fakat Mandeville’in eserinde tuhaf insanların (örneğin köpek başlı) hayali hikâyelerinden söz etmiş olması; Avrupa’da dünyanın diğer yerlerinin keşfi konusunda korkuya neden olmuştur.
Neticede, hayal ürünü yaratıklar uydurup duran Geç Orta Çağ Avrupası, haritalarını denizcilerin kullanabileceği coğrafya bilgilerinden ziyade, -gerçekmiş havasında- masallar, gizemli adalar, deniz canavarları, fantastik hayvanlar ve yaratıklar ile doldurmuştur.
Hayal dünyasına esir düşmüş Orta Çağ Avrupası’ndaki okyanus korkusu o kadar ileri safhadaydı ki; 1431 yılına kadar Portekiz’in sadece 900 mil batısında bulunan Azor Adaları’nın varlığından bile hiçbir Avrupalının haberi yoktu. Avrupa’da okyanus dışında başka bir seçeneği olmayan Portekizliler bile, okyanus korkusunu Prens Gemici Henrique’e kadar yenememişlerdir. Prens Gemici Henrique, 1419 yılından itibaren ölene kadar kesintisiz olarak finanse ettiği denizaşırı seferlerde, Afrika kıyılarını araştıran Portekizli denizcilere özgüven aşılamak için onlarca yıl, bıkmadan uğraş vermiştir. Portekizli denizcilerin, başlangıçta daha ötesine cesaret edemedikleri Afrika’nın Bojador Burnu’ndan, Portekiz’e geri dönebilecek rüzgâr ve akıntıları buldukça hayalî korkuları azalmıştır. Daha güneye inmeyi denedikçe, sert rüzgâr ve yüksek dalgalar ile karşılaşan Portekizli denizciler, denizin bilinmeyen kısımlarına ilerlemeleri hâlinde “gemilerin küpeştelerini parçalayan canavarlar ve kaynayan deniz ile karşılaşma” ve “dünyanın kenarından aşağıya düşme” korkusunu iliklerine kadar hissetmişlerdir. Bu tür hayalî senaryolara dayanan kronikleşmiş okyanus korkusu, Portekiz’in bilinmeyen coğrafyalara ulaşma pratiğinin önünde, kırılması zaman alacak güçlü bir engel oluşturmuştur. 70 yıl daha sürecek bu korku çemberini Portekiz Kralı’nın zorlamasıyla kıran Bartholomeu Dias, 1488’de Afrika’nın en güneyindeki Fırtınalar Burnu’na ulaştığında, Hint Okyanusu’na girmek için önünde bir engelin kalmadığını anlamış ve bunu Lizbon’a bildirmiştir. Bartolomeu Dias’ın bölgede karşılaştığı sert fırtınaların yol açtığı bozuk ruh hâli ile verdiği “Fırtınalar Burnu” ismini, Portekiz Kralı II. João, denizcilerinin korkularına nihaî bir son vermek için “Ümit Burnu” olarak değiştirmiştir. Sonrasını biliyoruz: “Uzak okyanus korkusunu yenen Batı”nın “Uzak okyanus korkusunu yenemeyen Doğu”ya denizler ve okyanuslar üzerinden hükmettiği, sömürdüğü dönem… Özetlemek gerekirse, Batı’nın Rönesans ile yaşadığı aydınlanma sıçraması, akıl, deney ve gözlemlerin; mit ve hayalî korkuları bastırmasını kolaylaştırınca; mit ve fantezileri Batı kadar güçlü olmasa da, “denize korku ile bakan”, “toprakta kalmayı daha güvenli bulan” Doğu’nun denizlerini ellerinden almak Batı için, hiç de zor olmamıştır.
Günümüze gelirsek; “canavar, kaynayan ve yutan okyanus” korkusu, artık “okyanuslarda ve denizlerde yenilmez emperyalizm” korkusuna dönüşmüştür. Emperyalizmin yakın baskısı altındaki Asya, akıllara kazınmış durumdaki “tüm denizlerde ve tüm okyanuslarda yenilmez Batı” korkusunu yok etmek; Atlantik ve Doğu Pasifik dâhil, tüm okyanusların ve denizlerin yüzeylerini, derinliklerini ve göklerini Asya’nın cesur denizcileri ile doldurmak zorundadır.
Gelelim, anavatanımıza… Mavi Vatan’dan başlayan savunma, “gerçekçi” bir vatan savunması için “çok dar” gelir. Türk Donanması, cesaretle Atlantik’te varlık gösterip emperyalizme çile olmak yerine, kendini Mavi Vatan’ın içine hapsederse, Atlantik’ten Mavi Vatan sınırlarına ikide bir cesaretle gelen emperyalizmin çilesi ile uğraşıp durur.