Ölüm Perdesi’nin Vahşi Kedisi
O, yalnızlıkla suçlanıp, yalnızlığa mahkûm edilmiş olmaktan daha çok, kendi yazgısını kendi yazma gafletine girişmenin bedelini yalnızlıkla ödemeye çalışmış bir kadındı. Tüm yaşamı yalnızlıklarla çevrelenmiş bir çevrede geçti. Ünlüyken de yalnızdı, hidayete erdiği zaman da... Bir ara “ölümü beklemekle” eşleştirdiği yalnızlığının kefenini yırtmak istediyse de, artık çok geçti. Yaşadığı gibi sessiz sedasız ve de yalnız öldü. Kimilerine göre cezası bitmişti, kimilerine göre ise yeni başlıyordu.
Ölümü sessiz sedasız oldu, dedik. Gerçekten de öyleydi. Kendisini olabildiğince unutturmuştu. Nasıl unutulmasın ki, tamı tamına 35 yıldır görünmemek, tanınmamak için örtünmüş, o örtüyü kaldırdığında ise onu tanıyan kuşağın birçok üyesi, ondan daha dayanıksız çıkıp birer birer azalmıştı.
NİYE ÇOK İYİ TANIRIZ ONU?
Genç neslin ise onu tanımaması doğaldı. Ne yüzünü görmüşler ne de filmlerini izlemişlerdi. Hoş, filmlerini izlemiş olsalar bile, onu tanımaları yine de olanaksızdı. O kadar değişmişti ki, tanıyanlar bile ona yabancı kalmıştı.
Öleli birkaç gün oldu. Birkaç gazetede birkaç satırlık haber yazıldı. Bir zamanların ünlü vamp kadın oyuncusu Leyla Sayar öldü diye. Öldüğünde tamı tamına 76 yaşındaydı. Yaşamın gereğince algılanıp muhasebesinin yapıldığı bir yaş.
Leyla Sayar’ı bizim kuşak çok ama çok iyi tanır. Kendi deyimiyle 170 filmde -aslında hiç de öyle değil- oynamasından ya da sinema oyunculuğundaki yeteneklerinden değil. Üstelik zamana dayanaklı filmi de yok denecek kadar az. Hatta yok da diyebiliriz.
PEKİ NİYE ÇOK AMA ÇOK İYİ TANIRIZ ONU?
Leyla Sayar, 1950-60 kuşağının, sinemamızda benzerine rastlanmayacak denli ender ve ayrıksı ve de ayrıcalıklı tiplerinden biriydi. Ender olması, cesareti ve de o dönemler için cüretkâr sayılacak cömertliğinden, ayrıksı olması, o anlaşılmaz, betimlenmez, canlandırdığı o nankör rollerinin olanca iticiliğine karşın, reddedilmez çekiciliğinden, dişiliğinden, ayrıcalıklı olması ise sinemamızın o yıllardaki normlarının çok ama çok üstünde olan halinden, tavrından ve de fiziksel albenisinden gelir.
YÜZÜNÜN GİZEMLİ HALESİ ÇEKİCİYDİ
Masumiyetten, düşmüş ya da düşürülmüş kadınlığa, sıradanlıktan, seçkinliğe her tipin- karakterin her birinde aynı etkiyi izleyene algılatabilmek sanırım bu oyuncuya özgü bir -yetenek değil- bir aura idi. Yüzünü çevreleyen o anlaşılmaz hale, hangi rolü oynar, hangi karakteri canlandırırsa canlandırsın, hiç değişmez, hep aynı kalırdı.
17’sinde plaj güzeli, 18’inde Yıldız dergisinin birincisi oldu. 1957 ile 1970 arası yüzün üstünde filmde rol aldı. Türk sinemasının en seksi ve de en vamp kadını olduktan sonra birdenbire kutsal kilerle konuştuğunu iddia etti. Ve tamı tamına 35 yıl süreyle kapalı kaldı. Unutuldu. Sıkıldı, tekrar açıldı. Kapalı hali ile filmlerdeki çıplaklığı kıyaslandığında ise bir başka kimliğe bürünerek bir ermiş hoşgörüsüyle, “Ben dehayım. Anadan doğma resmimi koysalar aldırmam. Herkes, örtülüsün, çıplak resmini koymaya utanmıyorlar mı? diyor. Ben çektirmeye utanmadım, onlar basmaya mı utanacak? Hiç kimse beni yenemez. Hiç kompleksim yok. Her şeyi bilerek, isteyerek yaptım. Utanacak hiçbir şey yok hayatımda.” deyiverdi...
Kısacası, Leyla Sayar da, bizim kuşağın “ahlar” ile “vahlar”ı arısında kayıp gitti bu âlemden...