29 Aralık 2024 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Orhan Kemal romanlarında insanın trajedisine iyimserlikle direnme

Damla Yazıcı

Damla Yazıcı

Eski Yazar

A+ A-

“Derin vurdu kazmayı”- Talip Apaydın


20. yüzyılın başında art arda gelen zorlu savaşların kızgın ateşinden yeni bir rejimle çıkan Türkiye, cumhuriyetin büyüme sancılarını duyuyor, toplum sosyal, kültürel ve ekonomik yönden değişime uğruyordu. Avrupa’nın 1800’lerin başlarında tanıştığı makine, bu topraklarda 100 sene sonra kendini gösteriyor, modernleşen Türkiye aradaki farkı kapatmak istercesine sanayi hamlelerine hız veriyordu. Orhan Kemal köylü insanın kentli bireye dönüşmeye başladığı böyle bir tarihsel sürecin içinde belirmiş, romanlarıyla bu dönüşümün insan üzerindeki trajik etkilerini irdelemiştir.
Yaşar Kemal’in “ustam” dediği Orhan Kemal, Türk romanını köy romanından taşırmış, kahramanlarını şehirle tanıştırmış ve romana yeni bir yol açmıştır. Romanın toplumsal dönüşümle paralel ilerlediği bu süreçte Orhan Kemal gerçekçiliği öncü bir rol üstlenecektir.
Orhan Kemal’in yaşamı ile eserleri arasında derin bir bağ vardır. Orhan Kemal ancak orta üçe kadar okumuştur. Yaşama önce fabrikalarda atılır, sonra okuma bilinci kazanır, en son yazmaya yönelir. Onu okumayla tanıştıran da fabrikada tanıdığı bilinçli işçilerdir: “‘20 yaşındaydım… Kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu… Sanki yere basmıyor, havada boşluktaydım. Ve bir gün, bir kahve köşesinde tanıdığım işçi dostum İsmail Usta… Sonra kitaplar… Birçoğu İsmail Usta’nın hediye ettiği kitaplar… Serseriler, Stepte, İstratsi, Mordasti, La Dam O Kamelya, Modam Bovary, Jerminal, Benim Üniversitelerim, Kroyçer Sonat, Umumi Tarih, Fransız İnkılabı Tarihi…’ İsmail Usta’dan sonra Selahattin Usta, Ali Şahin, Dayı Remzi gibi bilinçli işçilerle tanışır. Bu yeni arkadaşlar yavaş yavaş Orhan Kemal’i uyandırmaya, okuma zevkini aşılamaya koyulurlar.” (s.19) Orhan Kemal o yıllarda, okuduğu Gorki ve Istrati gibi toplumcu gerçekçiliğin büyük yazarlarının kaderini paylaşıp bu topraklarda kendi romanlarının da anlam kazanacağını kuşkusuz bilemezdi ama 1940 yılında Bursa Cezaevi’nde birlikte kaldığı Nazım Hikmet sayesinde yeni bir dünya açılır önünde. O yıllarda romantik, süslü, ölçülü şiirlerle uğraşan Orhan Kemal’i hikaye ve romana yönlendiren Nazım Hikmet’tir.
Orhan Kemal işçi sınıfının içinden gelmiş, işçi mahallelerinde yaşamış ve onları gözlemleme şansına sahip olmuştur. Önce basımevine işçi olarak girer. Görevi, kâğıt kesme makinesinde kol çevirmektir. Milli Mensucat Fabrikası’nda kâtiplik yapar. Sonra imalat ambarı memuru olur: “Adana’da Milli Mensucat Fabrikası’nda uzun yıllar küçük memurluk, kâtiplik yaptım… Gurbete çıkan, Adana’ya inen köylülerle tanıştım… Çırçır işçileri… Pamuk işçileri… Onların mektuplarını yazdım… Onların dilekçelerini yazdım…” diyen Orhan Kemal, bütün bu toplam içinde sanat anlayışını biçimlendirmiş, kendi sınıfının romanını yazmıştır.
Hatta Milli Mensucat fabrikasından çalışırken işçi kızlardan Nuriye’ye gönül verir. Yaşamının sonuna kadar her türlü sıkıntıya birlikte göğüs gereceği eşi Nuriye Öğütçü çok küçük yaşlarda iplik fabrikasında çalışmaya başlamış Yugoslav muhaciri bir kızdır. Orhan Kemal’in romanlarındaki “işçi kız”ı Nuriye Hanım’ın yaşam hikayesinde görürüz: “Babamın bir kazada beli sakatlanınca, evin bütün yükü, ağabeyimle benim sırtıma bindi. 12-13 yaşlarında filandım. Çocuk sayılırdım daha. İplik fabrikasında, boyum yetişsin diye ayağımın altına sandık koyarlardı. İşe gelip giderken kimsenin gözüne çarpmayayım diye iyice örtünür, sadece gözlerimi açıkta bırakırdım. …O yıllar, güzel bir işçi kız için tehlikelerle doluydu. Evdekiler korkardı, ben korkardım. Ama korku para etmezdi, çalışmak gerekliydi. Evin ekmek parasına büyük yardımım oluyordu.” (1)

Orhan Kemal romanlarında insanın trajedisine iyimserlikle direnme - Resim : 1

MAKİNELERLE TANIŞAN 'KÜÇÜK İNSAN'IN TRAJEDİSİ
Genç cumhuriyet 50’li yıllarda kendi sanayi devrimini gerçekleştirmeye, yerli burjuvazisini yaratmaya çalışırken bir ayağı köyde bir ayağı kentte olan ve Türk kapitalizmi içinde sömürüyle cebelleşen yeni bir alt sınıf da yaratmıştı. Orhan Kemal’e göre bu dönemde artık köylü kentli ayrımı kalmamakta, kimi yerde köyler kentleşirken kimi yerde kentler köyleşmekteydi. “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanı bu dönüşümü çapaksız bir şekilde gösterir. Orhan Kemal bu romanda “küçük adamın hikayesi”ni yazmaya girişir. Yoksul, cahil, saf halk çocuklarının şehir madrabazlarının elinde nasıl sömürüldüklerini, şehrin bozuk düzeninde tutunmaya çalışan bu insanların trajik dönüşümlerini ele alır.
Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden Ç. Köyü’nün erkekleri çalışmak için yurdun çeşitli iş bölgelerine dağılırlar. Bazıları Kayseri Dokuma Fabrikası’na ve Sivas Çimento Fabrikası’na giderken üç arkadaş İflahsızın Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali ise Çukurova’ya giderler. Köyde kapı komşusu olan, çocuklukları bir arada geçmiş bu üç arkadaştan sadece İflahsızın Yusuf daha önce iki ay Sivas’taki çimento fabrikasında hamallık yapmak için köyden ayrılmıştır, ötekiler ilk kez köyden çıkıyordur. Fabrikalarda en ağır işlerde çok düşük ücretlere çalışmak için çırpınan üç arkadaşın küçük hayalleri vardır. Köydeki evlerine götürecekleri bir gaz ocağı, çocuklarına alacakları bir tarak için, kimi cehennem ateşi gibi bir sıcakta pamuk tozunun içinde ter dökerken kimi ıslak koza bölümünde soğuktan tir tir titreyerek çuvallar taşır. Akşamında ahırdan bozma yerlerde, tezek üstünde şiltelerde yatıp, kurtlu ekmek yerler. Orhan Kemal işçilere insandan çok hayvan muamelesi yapan ekonomik ve sınıfsal düzeni tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne serer. “Orhan Kemal’in anlattığı dünya, bu bereketli topraklar üzerinde çalışan ve sefalet içinde yaşayan yoksul insanların çirkin dünyasıdır.”(2) Kısa bir süre içinde de orman kanunlarının kol gezdiği düzende, umutlarıyla yola çıkan bu insanlar ahlaki yönden çürümeye başlayacaktır. Yusuf ve Ali “kardaştan ileri” saydıkları, ıslak pamuk taşımaktan sağlığını kısa sürede kaybeden Köse Hasan’ı ölüme terk edip, kendi ekmek paralarını kazanma yolunu seçeceklerdir. Güçlü olanın hayatta kaldığı, zayıf olanın ise öldüğü “hayvansı” yaşam, Çukurova’nın göbeğinde kendini göstermektedir. “Orhan Kemal, kişilerini idealize etmemeye özen gösterir; ezilen ve sömürülen köylüleri erdemli ve dürüst insanlar olarak yüceltip de gerçekliği çarpıtmaz. Onun insanları iyi ve kötü yanlarıyla yaşarlar romanda: Saflıkları, kurnazlıkları, bencillikleri, iyilikleri ve kıskançlıklarıyla.“ (3)
“Bereketli Topraklar Üzerinde”de Çukurova’ya inen mevsim işçileri tarlalarda, fabrikalarda yeni ve karışık bir dünyayı anlamaya çalışırlar. Tahir Alangu, Orhan Kemal’in “okuyanları şaşırtan bir iş cehenneminden, üstü yeni açılan bir alt dünyadan haber verdiğini” söyler. “Bozkırdan yeni inen şaşkın gurbetçilerin, ejderhalar gibi soluyan şirret makineler karşısında saf ve şaşkın bocalayışlarını anlatırken, geride kalmış bir çağın insanları ile ileri bir çağın tekniğinin karşı karşıya gelişindeki hazin ve acıklı dramı”dır (4) anlatılan. Romanın en can alıcı ögesi de burada belirir: Makineler.
BÜYÜK UMUTLAR, TRAJİK SONLAR
Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”de makineler üzerine ele aldığı pasajlarda köylüden işçiye dönüşen yeni bir sınıfın sesini duyarız. Yusuf, Ali ve Hasan’ın Çukurova’ya giderken bindikleri trende sohbet ettikleri Veli, şehri bu üç arkadaştan önce keşfetmiş biridir. Patozda çalışmış, ağanın sömürüsünü görmüş ve işçilerin bu sömürüye karşı örgütlü eylemine tanık olmuştur. Veli’nin anlattıkları romanın baş karakterleri üç arkadaşın şehre tutunma serüveninde neler yaşayacaklarına dair bize ipucu verir. Veli’nin üç arkadaşa Patoz makinesinin nasıl bir şey olduğunu anlattığı pasaj “ejderhalar gibi soluyan” makinelere bir girizgahtır: “Bir tarihte efendi, patozda çalışıyoruz. Patoz, eski patoz. Dört buçuk ayak, kırk beş kişilik. Lakin ırgat başı kansız mı kansız. Şu kadarcık merhamet arama. Kırk beş kişilik patozu otuz beş kişiyle çalıştırıyor, on kişinin gündeliğini küt, cebe. Güneş tepede alev alev, serçeler dersen sıcaktan düşüp düşüp bayılıyor. Adam çatlayacak. Soluk alamıyorsun sıcaktan be. …arkadaşlarla anlaştık, patozu sakatlayacağız. …Hamdi buğday saplarını kız saçı gibi ördü, bir de ıslattı mı, tam. Kütük gibi oldu. Ertesi gün buğday demetlerinin içine soktuk. İş başladı. Millet tozu dumana kattı ki Allah Allah!!! …Anca bir çatırtı koptu makinede…”(5)
Sanayileşmeyle ortaya çıkan makineler, kapitalizme evrilen ekonomik düzen içinde insan öğüten birer canavar haline gelmiştir. Kitlelerin yaptıkları işe yabancılaştıkları yeni dünyada makineler, insanın yaşamını kolaylaştırmak yerine onu çarkları arasında posası çıkıncaya kadar gezindirmektedir. Romanın ilk bölümünde Veli’nin büyük bir şevkle anlattığı patozu kafasında canlandırmaya çalışan Pehlivan Ali’nin romanın sonundaki dramatik ölümü makineler tarafından yutulan insanın acı sonudur. Pehlivan Ali deneyimsiz olmasına rağmen koltukçuluk denen patozun ağzına ekin atma görevini üstlenir. Bu öyle bir iştir ki Çukurova’nın sıcağında durmaksızın 12-13 saat boyunca saman tozunun içinde nefes almadan ama bir o kadar da dikkatle çalışmayı gerektirir. En ufak bir hatada insan kendini makinenin buğday öğüten bıçakları arasında bulabilir. Bir gün Pehlivan Ali ve Hidayet’in oğlu patozun üstünde çalışırken ağa yanlarına gelir. Ürünün daha kısa sürede eline geçmesini istiyordur, koltukçuların hızını arttırmak için “Hadi yiğitlerim, hadi aslanlarım, ha, ha, devir, ha devir” nidalarıyla onları coşturur. Ağa sanki bir sabanı çeken öküzü dehliyor gibidir. Oysa artık sabanın yerinde patoz, öküzün yerinde ise Pehlivan Ali vardır. Ağanın coşkusunu şaha kaldırdığı sırada patozdan bir çatırtı gelir ve derin bir sessizlik olur. Pehlivan Ali bacağını kasığına kadar makineye kaptırmıştır. Ağa ise onu hastaneye götürmek yerine kaçmayı seçer. Orhan Kemal Türkiye’de hızla ilerleyen burjuva çarkının ezip geçtiği bir sınıfı katıksız bir gerçekçilikle anlatır.
KENDİ SINIFINA YABANCILAŞMAK
Orhan Kemal’in “Murtaza”sı da makineler karşısında yok olan insanı anlatır aslında. İşini yüksek ahlakla, bütün kural ve kaideleriyle yerine getiren, bunu kendi karakterinin temel unsuru yapmış olan Bekçi Murtaza, girdiği fabrikada kimseye göz açtırmaz. Kendisi de fabrikadaki işçiler gibi bir alt görevlidir ancak Murtaza fabrikayı kendi fabrikası gibi korur, kollar, işten kaytaranlara izin vermez, gerekirse onları müdürüne şikayet eder. Bu davranışlarından dolayı işçiler Murtaza’yı sevmez, onu dışlar ve her fırsatta da alay ederler onunla. Ama Murtaza için görevinden daha kıymetli bir şey yoktur, o tam bir görev adamıdır. Murtaza’nın iki küçük kızı da fabrikada işçidir. Çocuk yaşta olmalarına rağmen fabrika makineleri başında çalışırlar. Dönemin işçi mahallerinde şaşılacak şey değildir bu. Bir gün Murtaza’nın en küçük kızı dinlendiği yerde yaşı kadar küçük hayalleriyle uykuya dalar. Bunu Murtaza’dan haz etmeyen işçilerden biri görür. Murtaza’ya gidip başka işçilere laf edeceğine kendi kızına bakması gerektiğini söylerler. Murtaza için bu çok büyük bir mahcubiyet ve hayal kırıklığıdır. Murtaza gibi bir adamın çocuğu nasıl işten kaytarır. Büyük bir hışımla uyuyan küçük kızın yanına gider ve kızı kaptığı gibi yere fırlatır. Firdevs başına darbe alır. Bu darbe onun ölümüne sebep olacaktır. Sanayileşmeyle doğan yeni ahlak anlayışı ve o anlayışın insanlar üzerindeki trajik sonucu küçük bir kızın ölümü ile tasvir edilir romanda. Murtaza, fabrika denen, işçilere giydrilen demir kafes içinde, yine bir işçi olan ama görevine sadık kalmak uğruna kızının ölümüne neden olan bir babadır. Kendi sınıfına yabancılaşmış bu bekçi ailesini büyük bir acıyla karşı karşıya getirmiştir.
Romanlarında modern kenti anlamlandırmaya, şehirde var olmaya çalışan alt sınıfı ele alan Orhan Kemal “Eskici ve Oğulları”nda ise değişen ekonomik koşullar nedeniyle şehirdeki orta halli bir esnaf ailesinin ekmek parasını ırgatlığa dönerek sağlamaya çalışmasını işlemiştir. Adana’da eskici dükkanı olan Topal Eskici’nin iki oğlu vardır. Bekar oğlu zaten yanında çalışıyorken evli olan oğlu da işten çıkarılınca babasının dükkanında çalışmaya başlamıştır. Eskici huysuz bir adamdır ve küçük dükkanının bu kadar kişinin boğazına bakamayacağını söyler durur oğullarına. Artık işler de daha kesattır. Karşı tarafına kendisiyle aynı işi yapan Arnavut bir göçmen gelip yerleşmiştir. İnsanlar artık ayakkabılarını, tamir işlerini ona götürürler. Topal eskici buna anlam veremez. Bu "deyyus" Arnavut daha ucuz fiyat verip bütün müşterileri kendisine bağlamıştır. Oysa Topal Eskici Trablusgarp’ta bacağını bu memleket için vermiştir ama şimdi zaman değişmiş, bunların anlamı kalmamıştır. Ticaret ve rekabet devri içinde bunların önemi yoktur.
Babalarının aksi tavrına ve iğnelemelerine dayanamayan iki kardeş çareyi pamuk ırgatlığı yapıp para biriktirmekte bulurlar. Bir yaz bütün aile kenetlenip küspe toplayacak ve sonra şehirde iş kuracaklardır. Bu umutla bütün zorluklara rağmen Çukurova’nın cehennem ateşinin içinde bir tarlaya yerleşirler. Ancak doğa şartları, sıtma, açlık yakalarını bırakmaz. Ölüm sınırına yaklaşan aile, topladıkları pamukların parasını işverenden alamazlar. İşveren toplanan pamuk miktarını çok az bulur, açlık, sıtma onun umurunda bile değildir. Hele ki yeni makinelerle bunun çok daha üstünde ürün elde edilmektedir. Sağlıklarıyla birlikte umutlarını da kaybeden aile, yeniden şehrin yolunu tutar. Topal Eskici çocukları için asla satmam dediği dükkanını satar, ailesini bir araya toplar. Roman evin kızının ve damadının fabrikada iş buldukları haberiyle sonlanır. Toplumsal değişimler ve yalın bir Çukurova gerçekçiliği Eskici ve ailesi üzerinden okura sunulur. Eskici ve ailesinin şehirde yoksullaşması, sonra ırgatlaşması, ardından da proleterleşmesi ekonomik ve sınıfsal dönüşümün romana yansıtılmasıdır.
ORHAN KEMAL GERÇEKÇİLİĞİNİN MİRASI
“Ne dediğini bilen bir yazar için, sınıflar dışında bir edebiyat yoktur” diyen Orhan Kemal sanayileşmeyle birlikte köy ve kent arasındaki köprüde yol alan insanların büyük umutlarını, hayallerinin yıkılışlarını, ailelerin parçalanışlarını yazmıştır. Ama aynı ailelerin yeniden birleştiklerini, dayanışma içinde ayağa kalktıklarını, hazin sonuçların yeni başlangıçlara kendini bıraktığını da anlatısında gösterir. Onun edebiyatı içinde barındırdığı trajediye rağmen iyimserdir. Roman karakterleri savaşçıdır, daha iyi yaşam koşullarına ulaşmak için irade ve çaba gösterirler. “Bazen yeniliyor, hatta ölüyorlar bile, fakat sağlam iradeleri ölmez. İnsanoğlunu asilleştiren bu iradeyi anlatarak Orhan Kemal sosyal zorluklar çeken insanlarda başta gelen bir özelliğe parmağını koyuyor.”(6) D. W. Walls’ın da belirttiği gibi Orhan Kemal iradeyi ve mücadeleyi yoksulluğun asil ve onurlu bir yüzü olarak bize sunar. Bu nedenle tüm defolarıyla göstermeyi başardığı bu insanları sever Orhan Kemal. Onlardan kaçmaz, onlardan umudunu kesmez. Ekonomik koşulların çetin olduğu bu coğrafyada hayat savaşı veren bu insanlara saygı duyar. Orhan Kemal'in gerçekçilik anlayışı insanların özünün iyi olduğu, onları kötü yapan şeyin toplumun bozuk düzeni olduğu prensibine dayanır. Bu nedenle toplumun katmanlarına bakmayı bilir.
Bugün Orhan Kemal nesnel gerçekçiliği kavramış, dünya görüşü ile edebiyatına bir perspektif kazandırmıştır. Kendi dönemine ait genel bir dönüşümü anlatılarında somutlamayı başarmıştır, büyük olanı minimal olan ile ifade edebilmiştir. Oysa yukarıda tasvir etmeye çalıştığımız dünya, bugünün dünyasından çok mu uzaktadır? Bugün Orhan Kemal romancılığını besleyen işçi mahalleri yoktur kuşkusuz ancak yüksek binalar arasına sıkışmış yeni bir tür işçi figürü belirmemiş midir? İşçi ölümlerinin büyük rakamlara ulaştığı, madenlerde yüzlercesini kaybettiğimiz bu insanlar roman sayfalarında neden görünmüyor? Şehirler başka formlara evrilmekteyken bunun toplumun katmanlarına hiçbir yansıması yok mudur? Bütün bu trajediler yaşanırken gerçekçilik neden kendini yenileyemiyor? Bugünün modern yenilikçi edebiyatının Orhan Kemal gerçekliğiyle büyük bir savaşı var. Bugün iç dünyaların, kişisel hezeyanların anlatısı Orhan Kemal gerçekçiliğinin üzerine toprak atarken, içinde bulunduğumuz çağın anlatısının Orhan Kemal’in sanat anlayışından neler alabileceği önümüzde duran bir sorudur. Orhan Kemal’in eserlerindeki gerçekçilik bu soruyu bugün bize sordurabildiği için dahi çok değerli ve anlamlıdır.


(1)Asım Bezirci, “Orhan Kemal- Yaşamı, Sanatı, Eserleri, Anıları”, Evrensel Basım Yay., s. 23
(2)Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış”, İletişim Yay., s.53
(3)A.g.e. s. 73
(4)Tahir Alangu, Cumhuriyet, 1970
(5)Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, Everest Yayınları, s. 33
(6)D. W. Walls, Varlık, 1963