Özcan Yurdalan geziyor, fotoğraflıyor, yazıyor, aydınlatıyor
Özcan Yurdalan, gelişmek için ne denli çaba verdiyse, şimdi geliştirmek için iki katı çaba veriyor. Sarı Otobüs Yolculukları serisi ile dünyanın kültürel açıdan çok değerli ülkeleri/mekanlarını anlattı. Daha bir sürü kitaplar, röportajlar yazılar. Artık birikimini bu alanda sanat/fotoğraf alanında çaba veren insanlarla paylaşıyor. İnsanlara bir şeyler kazandırmak istiyor. Söyleşiler konferanslar yapıyor fotoğrafı anlatıyor. Son yıllarda belgesel fotoğraf alanında çok çaba verdi. Belgesel fotoğraf için kitaplar yazdı. Bu yönde çaba vermek isteyen insanlara ışık oldu. Ankara’da AFSAD’la başlayan fotoğraf serüveni sürüyor. Ülkemin yüz akı kültür sanat adamlarından birisidir Özcan Yurdalan. Ona başarılar diliyorum, insan için toplumsal gelişme için yaptığı çalışmaları sürdürmesini diliyorum.
OKUMAYA MERAKLI BİR AİLE
- Değerli Özcan Yurdalan çocukluğunu, okullarını anlatır mısın? Seni etkileyen kitapları ve neden fotoğraf çektini neden yazdığını da…
Babam askerdi, çocukluğum Anadolu’da geçti. O nedenle de birbirine benzemez çok arkadaşım oldu ama hiçbir arkadaşlık bugüne taşınmadı. Benim için asıl eğitim ilk gençlikte başladı. Siyasi ortamlar, toplumsal hareketler ve sanat faaliyetleri içinde bir kişisel varoluş inşa etmeye çalıştım. Bu arada belki de kendimce en önemli şeyi yaptım: Hayattaki en büyük eğitimim diyebileceğim işi, ellerimi kullanmayı öğrenmeye başladım, hâlâ öğreniyorum. Ellerim sayesinde çeşitli maddelerle tanıştım, maddeyi anlamaya çalıştım.
Kendimi bildim bileli bizim evde kütüphane vardı, annem ve babam kitap okurlardı. Akşam ve Cumhuriyet gazeteleri düzenli girerdi eve, bir de Hayat Mecmuası tabi. Beni ilkokul üçten itibaren iki dergiye abone etmişlerdi. Sadece bizim evde değil hâlâ ve teyze tarafımda da kütüphanesiz ve enstrümansız ev yoktu.
İlkokul yeni bir hayattı benim için, teneffüslerde saklambaç, izcilik, okul gezileri falan idare ettik de eğitim sistemiyle başım hiç hoş olmadı. Şanslıydım, ortaokul ve lisede orkestrası, bandosu, radyosu, spor faaliyetleri en azından dergisi olan okullarda okudum. Derslerim her zaman berbattı ama bazılarında fotoğrafçılık kulübü vardı hiç olmazsa.
Liseyi zor bitirebildim, üniversiteyi kazandım ama sosyal faaliyetler içinde buldum kendimi. Kültür- sanat etkinlikleri ve siyasal oluşumlarla birlikte ilerleyen yepyeni bir eğitim süreci başlamıştı benim için. Hukuk Fakültesinde öğrettiklerinden çok daha ilginçti bunlar.
YOLLAR YAŞAM ALANIM
- Sarı Otobüs Yolculuklarını ve yazdığın kitapları, etkilendiğin ülkeleri anlatmanı isterim?
“Hurç” nedir bilirsiniz. Çocukluğumdaki temel eşyalardan biri hurçlardı. Brandadan yapılmış, deri takviyeli en az iki kişinin kaldırabileceği devasa hurçlar. Sık sık babamın tayini çıktığı için eşyalar hurçlara yerleştirilir ver elini Anadolu’nun bilmem hangi köşesi olurduk. Hep yer değiştirdik, hep gezdik, o nedenle ben hiçbir zaman bir yere ait olmadım.
O yaz hangi şehirdeysek, bir parti Adana’ya teyze ziyaretlerine, bir parti İstanbul’a hala ziyaretlerine gidilirdi. Burunlu otobüslerle ya da kara trenlerle yapılırdı o uzun yolculuklar.
O sayede her yerde (ayakta bile) uyurum, her şeyi yerim, her koşulda okuyup yazarım ve her şarta kolayca uyum sağlarım. Yollar ve yolculuklar benim yaşam alanım.
60’ların ortalarında İstanbul’a her gelişte halamın kızlarıyla Sultanahmet’e gider, Puding Shop’ta muhallebi yerdik. O ara “magic bus”larla Amsterdam’dan kalkmış Kathmandu’ya giden hippi grupları bu Meydan’da uzun bir soluk alırlardı. O rengarenk otobüsleri, o “çılgın yolcuları” seyreder, o sefil yolculukların hayalini kurardım.
Vakt’oldu biz de düştük yollara. 90’larda Sultanahmet’ten değil ama Taksim’den her yılın eylül ayında Kathmandu’ya otobüs kaldırdık. Anadolu’yu boydan boya geçip İran’a girdik, oradan Pakistan’a geçtik, ardından Hindistan’ın kuzeyi boyunca dümen tutup Nepal’e vardık. Taksim Meydanı’ndan Kathmandu’nun Durbar Meydanı 11 bin 200 kilometredir. Git gel 22 bin 500 kilometre tutar. Ekvator üstünden Dünya’nın çevresi kırk bin kilometredir malum. Biz iki ayda gidip gelirdik Kathmandu’ya ve on, onbeş kez yaptım bu yolu. Bu yol benim en iyi öğretmenlerimden biri oldu. Hâlâ haberleşiriz kendisiyle, gidip gelirim ara ara. Ben asıl ülkelerden değil de yollardan etkilendim galiba.
Asya’da iki ay boyunca yollarda olmak tahmin edersiniz ki her türlü sürprize, maceraya ve riske açıktı.
Bu yolculuklardan benim yazdıklarım dışında dört kitap, toplam sekiz bölümlük iki yol belgeseli, sayısız slayt gösterisi ve fotoğraf sergileri çıktı. Yani turistik turlardan farklı olarak kendini üreten yolculuklardı bunlar.
Ben ancak üç beş kez gidip geldikten sonra biraz anlamaya başladığım ülkeler hakkında kitaplar yazdım. Ahşap Fanus-İran, Mavi Çöl-Pakistan, Namaste-Hindistan, Sagarmatha Eteklerinde-Nepal, Atların Denizi- Moğolistan, Naure Çarkı-Suriye, En Uzak Batı-Fas, yol halleri denemelerinden oluşan Bir seyyahın Kaybolma Kılavuzu, Çarşılarla Anadolu- Kervansaraylar - Hanlar-Bedestenler, Bir İsyanı Fotoğraflamak ve Belgesel Fotoğraf- Fotoröportaj yayınlanan kitaplarım arasında, ayrıca çok sayıda ortak kitaba yazı ve fotoğraflarımla katıldım.
FOTOĞRAF MÜZESİNİN ÖNEMİ
- Belgesel fotoğraf alanında yoğun çabalar veriyorsunuz, kitaplar yazdınız, söyleşiler yapıyorsunuz. Belgesel fotoğraf konusundaki önerileriniz neler? Sizce fotoğrafın diğer sanatlara katkısı var mıdır? Ülkemizde fotoğrafın sürecini ve gelişimini nasıl buluyorsunuz?
Fotoğrafla ilgilenmeye 1976 yılında başladım ve o zamandan beri seyahatler ve yazmalar kadar ilgilendiğim bir konu, kendimi ifade etmeye çalıştığım bir alan oldu fotoğrafçılık. Fotoğrafçılığın her zaman haber, belge, kanıt olarak kullanımı beni ilgilendirdi. 1978 yılında AFSAD’da düzenlediğimiz sempozyumun konusu hâlâ meselem olmaya devam ediyor: “Türkiye’de Fotoğrafın Toplumsal İşlevi”. Nedir bu ya ne olabilir?
Ben o işlevin doğrudan etkisinin bir hafıza meselesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Hep söylenegeldiği gibi “hafızasız bir toplumuz” eyvallah ama hafıza dediğin şey de kendiliğinden oluşmuyor bunun cihazları olması lazım. Sözlü kültürlerde vardı mesela, masallar, destanlar, türküler… falan hep hafıza kaydının ve aktarımının araçlarıydı. Yazılı kültürlerde de doğrudan anlatılar ve kurmaca metinler aynı işi yaptı. Gel gör ki biz sözlü kültürünü kaybetmiş, yazılı kültürü ıskalamış bir iklime sahibiz.
Bu yoksa işimiz zor. Fotoğrafın sanatçılar tarafından bir sanat nesnesi kılınması elbet değerli. İnsanlarımızın boş vakitlerini değerlendirdikleri fotoğraf uğraşları da önemli ancak bunların temelinde iki referans odağı olmalı. Biri kalıcı, kapsamlı bir fotoğraf müzesi, diğeri de sistematik ve ulaşılabilir bir fotoğraf arşivi. İkisi de yoksa ve hâlâ yoksa olduğumuz yerde zıplayıp duruyoruz demektir. Biz zıpladıkça gemi sallanıyor ya, biz de gittiğimizi zannediyoruz. Lakin palamarlar çözülmedi hâlâ, boşa yoruluyoruz.