19 Kasım 2024 Salı
İstanbul 11°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Özdemir İnce'nin aydın ve estetik kavgası

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

“Yeteneksizlik, başarısızlık ve yanlışlık çıplak dolaşmıyor, hep bir şeyin arkasına gizleniyor. Bu gizlenme, şiirde, “şiir her şeye muhaliftir”, “karşı dil”, “karşı söylem” sloganları altında; romanda ise, “fantastik için fantastik” safsatasının perde arkasında gerçekleştirilmek isteniyor. Fakat bu formülleri öne sürenler, niçin, nasıl, kimin, nerede gibi temel soruları yanıtlamaktan kaçınıyorlar. (...)

“Her yaratı gibi şiir yazmak da bir eylemdir ve bu eylemin bir işlevi vardır: Bu eylem, hem estetik hem de toplumsal işlevi içerir, ve estetik olan'dan, ne toplumsal ne de insansal olanı ayırmanın olanağı vardır. Ama genç bir arkadaş, yüz yıl öncesinin defteri kapanmış saf şiir (poesie pure) anlayışının sözcülüğünü yaparcasına, şiirin bir amaç olduğunu ileri sürebiliyor.”(*)

(*) Özdemir İnce, Söz ve Yazı, Telos Yayıbları, İstanbul, 1991, s. 30, 34.

Özdemir İnce'nin 1980'lerde yazdığı yukarıdaki satırlar, 1991'de yayımladığı Söz ve Yazı kitabında yer almakta. Kitapta yazılanlar, bir bakıma, Türk aydınındaki liberal-postmoden kaymanın, yabancılaşmanın, toplumsal gerçekliği yadsımanın ve yüz yıl önce çoktan aşılmış olan “sanat sanat içindir” çıkmazına yeniden saplanmanın bir fotografı, durum tespiti niteliğinde. Sanat ve edebiyatta içeriksizliğe, anlamsızlığa, amaçsızlığa kaçışın ipuçlarını vermekte.

20. yüzyılın başından itibaren sanat ve edebiyatta büyük yaratılara damgasını vuran devrimci anlayış, gerçekçi ve toplumsal gerçekçi çizgi, küresel karşıdevrimle birlikte 80'lerden sonra terk edilmeye başlandı. Sanatta biçimin her şey, içeriğin ve anlamın, yani toplumsal olanın hiç bir şey olduğunu açık açık vurgulayan bu postmodern anlayış, tamamen Batı'nın kültür-sanat merkezlerinden geliştirilip dünyaya pompalandı.

12 Eylül'den sonraki yıllarda bu dekadan/çöküş kültürü ve sanatı, liberal egemen sistemin medyasınca, devşirilmiş “aydın” ve yazarların büyük gayretleriyle (!) adım adım toplumun kültürel dokularına işlendi. Sözkonusu çöküş kültürü ve sanat anlayışına karşı bilinçli bir direniş gösteren, sesini çıkaran aydın ve sanatçı sayısı, o zaman da bugünkü gibi oldukça azınlıktaydı. Özdemir İnce; Aziz Nesin, Attila İlhan, Demirtaş Ceyhun gibi, öncelikle aydının ve bir aydın olarak sanatçı ve edebiyatçının, bu liberal-bireyci emperyalist kültüre karşı ulusal-devrimci duruşun en önünde yer alan şair ve yazarlarımızdan biridir. O, bunu yaparken gerek şiirinde gerekse kuramsal ve siyasal yazılarında, sanatın estetik niteliğinden en küçük bir ödün vermediği gibi, aydın sorumluluğunu da en üst düzeyde yerine getirmiştir.

Özdemir İnce'yi, bir şair, bir gazeteci ve yazar, hepsinin üstünde bir aydın olarak kuşkusuz tek bir makalede incelemek olanaksız. Üstelik, özellikle şiiri konusunda kendimi yeterli görmediğim gibi, düşünsel yazılarının, kitaplarının da tamamını okuduğumu söyleyemem. Ama diyebilirim ki, son yirmi yıllık karşıdevrim sürecinde, gerek Hürriyet ve gerekse Aydınlık'taki fikirleri ve sivriltilmiş, bilenmiş sözcükleri, bir şair ustalığıyla ortaçağ yobazlığına ve emperyalizme karşı nasıl çok güçlü bir silah olarak kullandığının tanığı olduk. Bu alanda dikkati çeken bazı kitapları, Siyasal İslamcı, mafya ve tarikat iktidarı AKP'ye karşı Cehaletin Rönesansı, Egemenlik Cehaletindir gibi çarpıcı ve etkili başlıklarla yayımlandı.

***

İnce'nin Söz ve Yazı kitabı, 1980'lerde başlayan küreselci karşıdevrimin kültür ve sanatına karşı, daha başlarda yaptığı tanı ve değerlendirmeleriyle, hem son 40 yılın doğru aydın ve sanatçı tavrına, hem de doğru bir ideolojik mücadele çizgisinin oluşmasına büyük katkıda bulundu. Başka deyişle İnce, daha sonraki, 1990'lar ve 2000'lerdeki köklü siyasal ve kültürel değişiklikleri iyi okuyabilmiş ve önemli dönemeçlerde hep doğru tarafta, Kemalist Devrim, bağımsız ve demokratik Türkiye cephesinde yer almasını bilmiştir. Yani yığınağı doğru yerde yapmıştır; bu nedenle de o günden bugüne yalpalamadan tutarlı, devrimci köklerine bağlı kalan, örnek, seçkin bir aydın duruşunu temsil etti. Bu bağlamda, Söz ve Yazı'daki düşünsel ve estetik içerik, bugün de önemini aynen korumaktadır diyebiliriz.

Ayrıca şunu da söyleyebiliriz: İnce'nin bu kitaptaki düşünsel ve estetik fikirleri, Türk Devrimi'nin o güne kadarki birikiminin süzülmüş, damıtılmış düzeyli bir ifadesidir. Üstelik, daha sonraki, günümüzdeki sanatsal ve toplumsal-siyasal mücadele stratejisinin de tohumlarını, şifrelerini taşımaktadır.

Kitapta iki nokta, iki vurgu, ya da iki tartışma ekseni öne çıkmakta. Birincisi, genel olarak aydın nedir ve Türk aydınını nasıl değerlendirmek gerekir sorusunu yanıtlıyor. İkincisi ise, bir aydın olarak sanatçı kimdir, sanatsal etkinliğin estetik niteliği nasıl olmalıdır sorusunu tartışıyor. İnce'nin bütün düşünsel-siyasal yazılarında, yaşam pratiğinde de gözlemlediğimiz gibi, sanatsal etkinliği, bir aydın sorumluluğu ve duyarlılığı içinde, etik boyut içeren bir yaratım süreci olarak tanımlaması, bugünün kültür-sanat dünyasının sorunlarını dikkate aldığımızdığında, son derece önemlidir.

İnce, aydını tanımlarken, onu, sınıflar arası ve siyasal mücadelede “tarafsız” bir meslekle ilgili uzmanlık bilgisine sahip ya da ansiklopedik bilgi taşıyıcısından ayırmaktadır. “Aydın oluşun bir meslekle değil bir eylemle ilişkisi var. 'Aydın oluş' bir dünya görüşü, bir bilgi donanımı olgusundan çok bir bilinç ve eylem, vicdan ve ahlak olgusu”dur (s. 10). Aydını, doğru-yanlış, haklı-haksız, iyi-kötü, güzel-çirkin mücadelesinde taraf olan, gerçeği, doğruyu her koşulda savunan ve toplumun özgürleşmesine ve ilerlemesine yol gösteren olarak tanımlarken, günümüzün modası bütün postmodern kitzsch'leşme, bayağılaşma, sıradanlaşma teorilerine kesin bir yanıt veriyordu.

Kitapta, Paul Baran'dan aktarılan daha da kapsamlı bir tanımla aydının nitelikleri daha da derinleştirilir, keskinleştirilir. Baran'a göre “Aydın, tarihin oluşumuna katkıda bulunan kişidir; aydın, etik tarafsızlığı olmayan (yan tutan) kişidir; aydın gerçeği söyleyen kişidir; aydın cesur, girişim ve akılcı araştırmalarında sonuna kadar gitmeyi (tehlikeyi) göze alan kişidir; aydın böylece, toplumun bilinç ve vicdanı, ileri güçlerin sözcüsü durumuna gelir. Aydın Paul Baran'a göre, insanlığın ilerlemesi adına kendi kişisel çıkarlarını bir yana bırakan, kendi rahatını ve varlığını tehlikeye atabilen bir kahramandır...” (s. 20).

Tamamına katıldığım bu tanımlamalardaki aydın gerçeği, bugün işlevselliğini yitirmiş, tarih dışı mı olmuştur? Liberal-Postmodern kuramcıların deyişiyle, tarihe ve yaşama/doğaya müdahalenin, dünyayı değiştirmenin öznesi, öncüsü aydın ve sanatçı önemini yitirmiş, “gerici”, “otoriter”, “baskıcı” aydınlanmacılığın, akılcılığın kalıntıları haline mi gelmiştir? Batı merkezli, ben merkezci-bireyci, hedonizmin batağında, gerçek sanatı ve estetiği yadsıyan, bianelci, “güncel sanat”çı, nesnellikten, anlamlılıktan, toplumsal içerikten nefret eden postmodern kültür ve sanat anlayışına göre aydın ve öznenin sonu gelmiştir.

Böylece, Türkiye'deki büyük savrulmayı, dönekleşmeyi, yozlaşmayı ve köklerine yabancılaşmayı düşündüğümüzde, aydın kimliğindeki çürümenin, bozulmanın boyutları daha iyi anlaşılmakta. Bugün aydın kavramı ve işlevi konusunda bir olgunlaşma ve berraklaşma olmadığı gibi, sınırlar daha da bulanıklaştı, kangrenleşmiş, hormonlaşmış dokular, kişilikler öne çıktı; hatta iyice çarpıtılarak, içeriği boşaltılarak sahteleştirildi.

Bütün bu açılardan, Batı merkezli postmodern kültürel yıkım ve dönüştürme, baçkalaştırma operasyona karşı, sürecin daha başlarında, ulusal devrimci kültürel özgünlüğü savunun bu bilinçli aydınlanmacı dik duruş, anlamlıdır, öğreticidir.

***

Özdemir İnce, aydın ve sanatçı ya da siyaset ve estetik ilişkisinde birbirine karşıtmış gibi görünen, ama aslında aynı kökten kaynaklanan iki hatalı eğilime vurgu yapmaktadır. Birincisi, sanat yapıtında, sanatçının aydın tavrı, yani ideolojik-siyasi duruşu öne çıkarılırken estetik kaygının ya da estetik nitelikte ısrarın bastırılması, önemsizleştirilmesidir. Bu estetik sığlaşma ve kabalaşma, 1960'lar ve özellikle 1970'lerde siyasetin estetiği yemesi biçiminde düşülen önemli bir hatadır. İkincisi ise, 1980 sonrası egemen olan postmodern anlayışta kendini göstermekte. İdeolojik ve siyasal ya da toplumsal içeriğin yadsınıp, estetiğin ve sanatsal etkinliğin tamamen bir biçimler, sözler ve renkler oyununa, fanteziye, eğlencelik gösteriye indirgendiği tavırdır. İkisinin de kökeninde, gerçekliğin derinlemesine ve kapsamlı bilgisine önem vermeyen, genellikle Batı şabloncusu, aşırmacı, kopyacı, kolaycı öğretilmiş cahillik vardır; ulusal kültüre, ulusal kimliğe ve tarihsel köklere yabancılaşma vardır.

Duygulanım ve duyarlılık biçimlerinin, imgelerin bile Batı'dan aşırılan hazır, fast-food kalıplara indirgendiği bu yabancılaşma ve köksüzlük kültürü, kitapta, sanatsal düzlemde şu tümcelerle çok güzel betimleniyor: “Evrensel olayım derken ecnebi şair ya da tercüme şair olmak. Bu ne demektir? Bu, şu demektir: Yabancı dil aracılığıyla okunmuş metinlerden, şiirlerden aktarılan duygular, izlenimler, algılar, duyarlılıklar düşünceler ve hazır imgeler, yazılan metne kaynaklık ederler ve bunların, yerli, nesnel dünyada bir karşılıkları yoktur. Bu, ozan için elbette acınılacak bir durumdur; ama daha da beteri vardır: Bu belaya çeviri metinlerden bulaşmak. Bunun da (her iki durumu kapsayan) daha beteri vardır: Ozanın içine düştüğü bu olumsuzluğu, bu çıkmazı erdemleştirmesi, aydınlığının kanıtı olarak savunması ve bu vehimlerin sonucunda da kendini dev aynasında görmesi, kendini öncü ve yenilikçi sanması...” (s. 23).

Peki, bir şair, ozan, yaratıcı etkinliği ile bir aydın olarak ulusuna karşı devrimci sorumluluğunu nasıl en iyi, en yetkin bir biçimde birleştirebilir? İnce, bunun yanıtını da bir şair ve yazar olarak kanımca eksiksiz veriyor: “Ozanın aydınca eylemi her zaman şiirlerine yansır, ama bu yansıma her şiirde aynı oranda değildir: Kimi şiirde metni ince bir zar gibi sarar, kimilerinde ise daha alt katmanlardadır. Ne var ki bu ince zar kemikleşirse, kabuklaşırsa, şiir soluk almakta güçlük çeker ve el ilanına, basit bildiriye dönüşür; sonuç olarak da şiirsel söylemin dışına çıkar. Aydın ozanın şiirlerinde felsefi bir taban, geri plan duyumsanır, ama bunlar şiirsel söylemi yaralamazlar; tersine ona bir derinlik, bir zenginlik, bir boyut getirirler. Bu boyut, evrensel boyuttur” (s. 23).

Evrensellik nedir, özellikle günümüz dünya gerçekliğinde ne anlama gelmektedir? Kanımca evrenselliği iki boyutta tanımlayabiliriz. Birincisi, eşzamanlı ya da yatay evrensellik; ikincisi, artzamanlı, dikey, tarihsel evrensellik. Diyalektik düşündüğümüzde, eşzamanlı evrensellik, parçadaki bütün, tekildeki çoğul, ulustaki uluslararası, yereldeki dünyasal özelliklerdir. Artzamanlı evrensellik ise, gelip geçici olandaki kalıcılık, ölümlüdeki ölümsüzlük, sınırlıdaki sonsuzluk diyalektiğidir. Peki, sanatın-sanatçının evrenselliği ile Batı hayranlığının, Batı kopyeciliğinin kaynağı olan evrensel bilgi ve estetik ölçütlerinin sadece Batı'da olduğu doğru mu? Hayır? Bilimin, teknolojinin, çağdaş kültür ve sanatın, yani uygarlığın merkezi, artık Batı'dan Doğu'ya, Asya'ya kaydığı gibi, evrenselliğin ölçütleri, göstergeleri de Batı merkezlilikten çıkmış, Asya merkezli olmuş ve dünyalaşmıştır. 21. yüzyılın en büyük gerçeği budur.

21. yüzyılın bu büyük ve temel gerçeği içinde Türk aydını ve sanatçısının da kendine özgü büyük bir gerçeği ya da temel bir sorumluluğu vardır. O da şudur: Evrenselliğin dinamiklerini Asya/Avrasya odaklı bir dünya algısıyla kavramak. Bunu yakalamanın olmazsa olmaz koşulu ise, kendi dikey/artzamanlı evrensellik diyalektiğinin kültürel-tarihsel birikimini kucaklamak, onun bilincine ulaşmaktır. Bunlar biri olmadan öbürü olmayan iki temel boyuttur; bilimde de sanatsal yaratımda da vazgeçilmezlerdir.