Özlediğimiz Türkiye’nin Romanı: AZİZE
Özlediğimiz Türkiye’nin Romanı: AZİZE
“Azize”, öğretmen Ümit Gürbüz’ün yeni romanının adı. “Kader” romanındaki gibi, olaylar daha çok, hayatın yorduğu kadınların etrafında gelişiyor. Kitap boyunca “bir kadının başına bundan daha dramatik ne gelebilir ki?” diye soruyorsunuz. Roman o kadar korkunç, midenizin kaldırmakta zorlandığınız olayların olduğu, sevgisizlikle geçen yılların ardından bir ümidin hep olduğunu, uzakta bir köşede de olsa sevginin sizi beklediğini gösteriyor. Bu yönüyle umut aşılıyor. Ümit kendinden beklediğim gibi cumhuriyet devriminin toplum ve kadın üzerindeki olumlu etkisini, Atatürk’ün rolünün, ajitasyona kaçmadan olay örgüsüne dahil ediyor.
Romanın kahramanları Arzu, Asel, Azize ve Nikolas ama bence ana karakter Asel. Azize, Arap Alevisi anne Asel ve Rum baba Nikolas’ın kızı. Asel, Arapça’da “arının balı” anlamına geliyormuş. Roman daha çok Asel’in bir kadın olarak yaşadıkları zorluklar, mitolojk kahraman Aziz Panteleimon ile rüyalarındaki konuşmalarını ve Nikolas’la aşklarını anlatıyor. Azize’den daha az bahsedilse de aslında Azize, annesi ve diğer kadınların yaşamları üzerinden anlatılıyor. Öyle ki Azize, babasına “Benim dünyaya gelmem için meğer ne büyük felaketlerin yaşanması gerekiyormuş” diyor. Babası Nikolas’ın yanıtı dünyadaki her şeyin bir diyalektik ilişki içinde olduğunu ne güzel anlatıyor:
“Şu sahilde gördüğün küçücük kum tanesi evrenin tüm sırlarını taşır. İnsanda tıpkı bu kum tanesi gibidir. Dünyada hayatın oluşabilmesi için çok büyük felaketlerin yaşanması gerekiyordu…Tıpkı dünyada yaşamın başlaması gibi senin dünyaya gelebilmen için de apayrı felaketlerin yaşanması ve felaketzedelerin hayatlarının bir noktada birleşmesi gerekiyormuş. Unutma kızım, sen mucize baharında açan bir çiçeksin.”
Azize’nin o an, dünyaya gelişinin bir sebebi olduğunu, hayata anlam katması gerektiğini anlaması gibi hepimiz çıkarları, kaderi birbirine bağlı toplumsal bir varlığı oluşturuyoruz. Bazen birini zorda bıraktığımızı düşünürken aslında kendi geleceğimizi de mahvettiğimizi düşünemiyoruz. Emperyalizmi ülkemize yönelik emellerine kutuplaşarak değil kaderimizin birbirine bağlı olduğunu düşünerek yanıt üretebiliriz.
Azize’nin büyük dedesi Nikolas, önceden Mersin Ortodoks Kilisenin papazıymış. Nikolas emperyalist sömürünün, ayrımcılığın farkında olarak milli birliğin, Atatürk’ün önemine dikkat çeken bir kişidir. Kalbini Yaradan’dan ötürü yaratılanı sevmeye adamış bir gönül adamıdır. Etrafında Hristiyan - Müslüman çocukları pervane olur. Kilisenin şişman papazının, “Müslüman çocuklarına Hristiyanlığı sevdir” baskısına “gündüz nereye bakarsan bak aynı güneşin ışığını görürsün. O zaman tek bir yerden baktırmanın ne manası var? Bize düşen baktığı her şeye sevgi ile bakmasını sağlamak, güzel baksın, güzel görsün güneşe yeter” şeklinde yanıt verecek denli engin gönüllüdür. Bir pazar vaazında dinsel, etnik ayrımcılığa karşı, “Bilin ki Atina’da bizimle aynı dili konuşan soydaşlarımızdan daha evlâdır yan sokağımızda bizimle aynı duyguyu yaşayan Müslüman. Hristiyan’ıyla, Müslüman’ıyla, Musevisiyle biz Anadolu’yuz” diyerek “Anadolu milliyetçiliği” kavramını öne çıkarır. Dedesi Abraham da dükkanına resmini astığı Atatürk’ün eşitlikçi anlayışını şöyle belirtir:
“Halkın sevgisini kazanırsan Abraham’ın oğlu Nikolas da Reisicumhur olabilir, Ali’nin oğlu Veli de, Ayşe’nin kızı Fatma da. Bir insanın kalbindeki en yüce duygulardan biridir eşitlik. Bunu bize bu adam verdi.”
Azize'nin babası Nikolas, askerdeyken, öğretmenlik yaptığı virane durumdaki okulu, camlarını, yıkılan Atatürk büstünü onarır. Atatürk sevgisi o kadar büyüktür ki, insanlara hizmet etmek için gittiği Afrika’da kendisine aşık kıza aşık olan Dimitri, ona “Kemal’in köpeği” diyecektir.
Kanadalı’nın birinin, Afrika’daki doğal varlıkların neredeyse tamamının Avrupalılarca yağmaladığını söylemesi, Nikolas’ın gözlerinin önüne, Türkiye Cumhuriyeti’nde uluslaşma çabalarının emperyal güçlerce; dincilik, mezhepçilik, etnik milliyetçilik ayakları ile bastırılmaya çabalandığı, bunun neticesinde çıkan iç isyanları ve ayaklanmaları getirecektir. Afrikalıların başaramadığı birliği, ulus olmayı Türklere aşılayan, babasının resmini dükkânına astığı Atatürk’ü hatırlatacaktır.
Azize’nin yıllar sonra tanıştığı Tunus’taki teyzesinin oğlu Mustafa da Atatürk’ün önemini dile getirir. Mustafa’nın, kendisini Ankara’ya götürme isteğine şaşıran Azize’ye yanıtı “Mustafa Kemal Atatürk’ün mezarını ziyaret etmek, büyük dedemin selâmını iletmek istiyorum” diye olacaktır. Azize’nin “Nasıl yani?” sorusunu da Mustafa, şöyle yanıtlayacaktır:
“Biliyor musun büyük dedemin İstiklal Madalyası var. Sizin savaşınızda ülkenizi işgalden kurtarmanıza yardım etmiş. 1900’lerin başında İtalyanlar Osmanlı toprağı Libya’ya saldırınca büyük dedem de gönüllü olarak gelip Hristiyanlara karşı Müslümanlarla savaşmış. Dedem de o zaman binbaşı olan Mustafa Kemal’in birliğindeymiş. Mustafa Kemal’in korkmadan ön saflarda ileri atılışı, tedirgin mücahitlere güven vermiş. Dedem, Mustafa Kemal Paşa’nın İngilizlere isyan bayrağı açtığını duyunca Libya, Mısır, Suriye üzerinden Türkiye’ye gelmiş. Suriye’den gelip Türkler adına savaşan bir Arap birliğinin içinde savaşmış. Madalya vermişler dedeme.”
Azize’nin Rehber öğretmeni üretimden ve sadelikten yana, paylaşımcı bir öğretmen olarak yansıtılır. Öğretmeninin, kapısında duran arabasını nadir kullanması, gideceği her yere bisikleti ile gitmesi, şalvarını giyip keçi sağması ve bahçe bellemesi Azize’nin dikkatini çeker. Öğretmenine yönelttiği “Herkesin harıl harıl tüketim çılgınlığının içinde debelendiği şu dönemde, mümkün olduğunca kendi ihtiyacınız olanı üretip oldukça az ürüne para harcıyorsunuz. Para biriktiriyor musunuz ve birikimlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna öğretmeninin yanıtı Şirinler Köyü’nü anımsatmaktadır:
“Bu pinti kadın parasını ne yapıyor diye mi düşünüyorsun?...Her yıl eşimle birlikte yaptığımız birikimlerle şehre uzak bir orman köyünden arazi satın alıyoruz. Bir hayalim var çocuklar. Şehirden uzak bir köyde, orman içinde, kocaman bir arazi üzerine küçük ahşap evlerden oluşan bir yaşam alanı kurmak istiyorum. Şair, yazar, felsefeci ve sanatçıların ücretsiz olarak gelip yerleşeceği, yaşayacağı, deyim yerindeyse entelektüel bir köy. Sokaklarında heykeller yapılan, kilimler dokunan, resimler çizilen, müzik seslerinin yükseldiği, dansların edildiği, toplu sohbetler ve tartışmalarla taçlanan bir köy. Her şeyin, herkese adilce paylaştırıldığı, iş birliğiyle, ücretsiz kullanıldığı bir köy.”
İşte borç, faiz, döviz, rant cenderesinde sıkışan ülkemize üretimden yana çözüm yolu. Köy Enstitüleri’nin “iş içinde öğrenme” felsefesini hayata geçirecek anlayış bu değil mi?
Rehber öğretmen kültürün birleştiriciliğini de vurgular. Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kültür üzerine inşa ettiğini, “bambaşka kültürlerin yoğrulması ile ortaya çıkmış” ve “biraz Yunan, biraz Bulgar, biraz Arap, biraz Fars, biraz Gürcü, biraz Ermeni, biraz Kürt” olan Türk milleti olduğumuzu belirtir.
Kültürün, eğitimin önemine uygun olarak Azize’nin öğretmeni yıllar sonra Milli Eğitim Bakanı olur. Son yıllara kadar eğitimle ilgisi olmayanların Milli Eğitim Bakanı olduğu ortamda, işin ehline verilmesi çok sevindirici.
Öğretmeninden ve ailesinden aldığı ilhamla yetişen Azize olay örgüsü içinde çok önemli başarılara imza atacaktır. Nikolas papaz olduğu yıllarda, Hacı Bektaş Veli'nin insancıl yönüne hayran olduğu için her yıl Mersin’den dergahın olduğu Nevşehir’e yürüyerek gidermiş. Soyadı Kanunu çıkınca da Bektaş soyadını almış. Azize’nin soyadı buradan geliyor. Azize Bektaş’ın basına verdiği şu demeç çoğu zaman din ve etnik aidiyetleri öne çıkaranlara karşı Türk milleti bilincini pekiştirmesi açısından çok anlamlı:
“Arap bir anne, Rum bir babanın Türk kızı olarak, bu ödülü, din, dil, cinsiyet ayrımı yapmaksızın, yaşadığımız ülkeyi kültür zemini üstüne kuran, Cumhuriyetin kurucu kadrosuna ve Anadolu coğrafyası üzerinde kurulmuş tüm medeniyetlere armağan ediyoruz.”
Ayrıca ödül töreninde konuşan Kültür Bakanı İpek Yüksel, kültürel dönüşümünü tamamlayan Türk milletinin dünyaya bakış açısını yansıtmak için paranın araç olduğunu şu cümlelerle belirtir:
“Halkımız artık parayı bir amaç olarak değil yaratıcılıklarını geliştirmelerini sağlayan bir araç olarak görüyor. Toplumun önde gelen siyasileri, kanaat önderleri, sanatçıları, sporcuları ve bürokratları artık halkı imkânsızlıklarla boğuşurken milyon liralık saatler takmıyor veya rüşvetten elde ettiği paralarla ibadethaneler yaptırıp vicdanlarını temizlemiyor.”
Hangi dinci, liberal yazar aşkları, acıları işe etnisite, inanç mağduriyeti katmadan, insanlığın ortak potasında eriterek yazar?
Belki vardır ama rastlamadım. Bunu, etnisite, inanç farklılığına karşı cumhuriyetin yurttaşlık ve millet anlayışında olan Atatürkçü yazarlar yapar. Maalesef Atatürkçü yazarların önemli kısmının da etnisite ve din/mezhep tuzağına çıkar sağlamak için teşne olduğunu not edelim. Dinci biri gayrimüslimi sonunda müslüman yapar, liberal ise Atatürk döneminde çeşitli kesimlere nasıl hor davranıldığını yazar.
Ayrıca romanın sonunda Atatürk’ün ölümünün 100. yılına denk gelen, 2038’de Anıtkabir Defteri’ne şu satırlar yazılır:
“Büyük Türk Ulusunun Kahraman Evladı Ulu Önder Atatürk
Milletimizi yaşatmak için şehit ve gazi olan kahraman atalarımızın ve senin huzurunda, insanlık ülküsünü yüceltmek için yollara düşerken elimizde bilim, sanat ve spor meşalelerini; kalbimizde sevgi, saygı ve hoşgörüyü taşıyacağımıza söz veriyorum. Sonsuz bir minnet ve hasretle.
Ruhun şâd olsun.”
Paranın, malın, binaların, gösterişin değil yeteneklerin çoğaltıldığı, kültüre önem verildiği bir Türkiye ütopyası ne hoş değil mi!
Okuyup üzerinde düşünülmesi, kutuplaştırmaya karşı milletimizi birleştirmeye ve kadınımızı baş tacı etmeye çalışanlara yol göstermesi dileğiyle.
Not: “ATATÜRKÇÜLÜK (100 Soru/Yanıt)” kitabımda “muhafazakar kesimle nasıl iletişim kurmalıyız?” sorusuna Ümit Gürbüz’ün “Kader” romanı üzerinden yanıt vermiştim. Bu romanı da okumanızı öneririm.