Özüm
Ahşap evleri, Salacak iskelesi yokuşuna açılan Toprak Sokak’taydı. Önlerindeki bostan Mısır eşrafından Belkıs Hanımefendi’nin tarihi kırmızı köşküne aitti. Burasını Sofyalı Yorgo, Madam Todora ve çocukları işlerdi. En küçük kızları ise genç kızın çocukluk arkadaşı Marika’ydı. Boğaz tüm güzelliği ile orada yaşayanları kucaklardı. Salacak İskelesi, Üsküdar Plajı ve Kız Kulesi sağda kalıyordu. Aşağıdaki Çiftekayalar’dan denize girerlerdi. Salacak vapuru; Kapalı Çarşı gibi yerlerde çalışanları almak için her sabah iskeleye yanaşır, akşamları getirirdi. Güneş 26 numaralı ahşap evin sırtında doğar, akşamları Topkapı Sarayı’nın ardında kaybolurdu. Boğazı seyretmeye doyum olmazdı. Vapurlar Kız Kulesi etrafındaki zıt akıntılar nedeniyle bir süre yanlamasına yol alırlardı. O gün Rumeli yakasında işleri olan güzel kız, Salacak Vapur iskelesine varınca, gişeye yaklaşıp iki bilet aldı. Biletçinin yanında duran oğul İzzet Günay’dı. Modayı takip eden genç kız arkasına bakmaksızın bütün şıklığı ile yürüdü, uzatılmış köprüden sekip, güverteye çıktı. İskeleye bağlı halatlar, içli bir gıcırtıyla dalgalara karşı koyuyordu. İki çıma, onları baba’lardan maharetle çıkarttı. Kaptan düdüğüyle “Vuuh, Vuuuh” diye uyardı.
Babası Abdullah Bey önce Osmanlı, sonra Türk ordusunda subaylık yapmıştı. Ressam Şeker Ahmet Paşa annesi Vahide Hanımın amcasıydı. Genç kız yeğeniyle vapurun üst güvertesine çıkıp oturdu ve Salacak Parkı’nı süzdü. “Orada Münir Nurettin’i dinlemiş, Fransız revülerini seyretmiş ve nice tango dansları yapmıştı. Evin küçüğü idi. Ablası ve kendisiyle dadısı ilgilenir, ev işlerini bir hizmetçi, yemeği ise enstitü öğretmeni Emirganlı annesi yapardı. Vahide Hanım hem iyi bir udi hem de tavla oyuncusuydu. Yazın Kısıklı’daki köşkte bir kadın hafız onlara Kur’an dersi verirdi. Misafirleri Marika bu sırada köşkün yamacındaki üç katlı bahçede oynar; her pazarda o kiliseye giderdi. Abdullah Bey, ailesini faytonla gezdirir, Kandilli rasathanesinin olduğu manzaralı İcadiye Tepesine götürürdü. Küçükken saraya kaçırılan ama paşa babası tarafından geri alınan anneannesi Saime’nin Bebek’teki yalısında sık sık toplanır, gramofon dinler, piyano eşliğinde J’attendrai’yi Fransızca, Tristesse’i İngilizce, Tango Bolero’yu Rumca söyledikten sonra Türkçe tangolara geçerdi.”
ATATÜRK VE SAVARONA
Salacak vapuru, Kız Kulesi’nin önünde yalpalarken aklına üçüncü sınıftaki hüzünlü Boğaz yolculuğu geldi. “O gün, öğretmenleri gözyaşları içinde Atatürk’ün vefat ettiğini ve Dolmabahçe Sarayı’na gideceklerini söyledi. Önüne tekne ve kayıklardan zor yanaşmışlardı. Salacak sahilinde Ata’yı ilk gördüğünde beyaz bornozuyla denize doğru yürüyordu.” Ama Salacak vapuru iyice yavaşlayınca genç kız dalgın bakışlarını sudan kaldırdı ve etrafa bakındı. Oldukça büyük bir gemi yavaşça ilerliyordu. Çatanalar orak-çekiç bayraklı bu şilebi çekerek geçti, gitti. Genç kızın bakışları tekrar sulara daldı: “Yine böyle bir vapur gezisindeydi. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde karnelerini alıp vapurla Boğaz gezisine çıktılar. Sarıyer’e kadar gidip Üsküdar’a döneceklerdi. Kanlıca Koyu’nda, adını bir Afrika kuğusundan alan, zamanın en büyük yatı Savarona, Ata’nın ardından oraya demirlemişti.” Derken dalgalar birden gezi vapurunu salladı. Savrulan çantası denize düştü. İçinde dolmalar olan kumanyası, su matarası, annesinin ördüğü pembe hırka ve karne hediyesi olan İngilizce Monte Kristo Kontu vardı. Öykünün sonunda kont, Osmanlı’ya isyan eden Arnavut asıllı Yanya Valisi Tepedelenli Ali Paşa’nın kızıyla evlenecekti.” Genç kız bunları düşünürken gözüne Sarayburnu ilişti. “Bir yaz günü işte tam orada bir karpuz mavnası devrilmişti. Salacaklı bir kaç genç denize atladı. Ev halkı olanları camdan seyrediyordu. Akşam yemeğinde kapı çalındı. Cezmi Ağabeyi sırılsıklam, elinde bir karpuz çuvalıyla durmaktaydı. Birkaç arkadaşı ile birlikte akıntıya rağmen Sarayburnu’na geçmiş, bir çuval karpuzla geri dönmüştü.”
Her ne kadar genç kadın, onbeş yaşındaki yeğeni Selçuk’a emanetse de; yolları bilmeyen yeğeni de kendisine emanetti. Karaköy’den “tünele” bindiler, İstiklal Caddesi’nde indiler. Haftalığı 35 kuruştu. Önce Saray Muhallebicisi’nde birer tavukgöğsü yediler, Selçuk orada bekledi. Kitapçıdan Esat Mahmut Karakurt’un Ankara Ekspresi ve Bir Kadın Kayboldu romanlarını alan genç kadın Kuaför Willi’ye girdi. Akaşama sinemaya gideceklerdi. Yakınlarında Sunar, yazlık Aygün; Kadıköy’de Hale, Opera ve Süreyyapaşa sinemaları, karşıda başta Melek olmak üzere Beyoğlu sinemaları vardı. İşlerini bitirip, Nimet Abla’dan bir tayyare piyangosu alarak eve döndüklerinde omuzları yıldızlı, kurmay yakalı nişanlısı, onu merdiven başında bekliyordu. Subay seviyordu bu genç kadını. Kız sevgiyle gülümsedi ama genç adam şaşkındı. Birkaç kez yutkunduktan sonra “Özüm, saçların çok güzel olmuş, pek yakışmış” diyebildi. Ev halkı ise gözlerine inanamıyordu. Genç kadının çekik ela gözleri yeşil yeşil parlamaktaydı. Özenle elinde duran kadife torbayı dadısına uzattı. “Bunu iyi bir yere koyar mısın?” dedi. Dadısı korkuyla içine baktı. Her biri 65 santimlik bir çift lepiska örgü kıvrılmış, içinde sessizce uyuyordu.