Paris düşerken...
Fransa’dan bir görüntü yansıdı ekranlara, bir grup genç Paris yakınlarındaki Champigny-sur-Marne’da polis karakoluna havai fişeklerle saldırıyor…
Saldırı dakikalarca sürüyor. Sonrasında ise gençler bağıra çağıra karanlığın içinde kayboluyorlar.
Fransa’yı bilenler iyi bilirler, polislerin karakoldan dışarı adım atamadığı, operasyonlara ancak zırhlı araçlarla gidebildiği, ucu gökyüzüne varan binalardan üzerlerine buzdolapları dahil bilumum eşyanın atıldığı onlarca banliyö vardır.
60’lardan itibaren, eski sömürgelerden iş bulmak üzere Fransa’ya gelenlerin çoğu özellikle Paris’in etrafında bulunan bu banliyölere yerleştirildiler.
Banliyölerdeki göçmenler, Eyfel Kulesi, Seine Nehri ve Paris’in şatafatından uzakta, “saf soy” denilen Fransızlardan ayrı yaşamlarına devam ettiler.
'BURADA CEZAYİRLİLERİ BOĞUYORUZ'
Cezayir’de yaşanan savaş esnasında, Cezayirli fedailer Ulusal Kurtuluş Cephesi hesabına bu bölgelerde direnişler örgütlediler.
Direnişlerin en büyüğü, 17 Ekim 1961’de yaşanan ve tarihe “Paris Katliamı” olarak geçen olaylar oldu.
Fransız ordusunun Cezayir’de işlediği savaş suçlarına karşı, on binlerce Kuzey Afrikalı Paris sokaklarına döküldü.
Marşlar, Arapça sloganlar, pankartlar eşliğinde coşkulu bir kitle şehrin içlerine doğru yürüyüşe geçti.
Gösteriye karşı, Fransız Devleti’nin cevabı ağır olur. Polis ve devlet destekli aşırı sağ gruplar saldırıya geçer. Şiddet bütün gece devam eder. Paris sabaha, resmi rakamlara göre 40, göstericilerin verdiği rakamlara göre 300’e yakın ölüyle uyanır.
Kuzey Afrikalı göstericilerin büyük çoğunluğu, bugün turistlerin büyük bir şevkle kıyısında gezdikleri Seine Nehri’ne elleri ve kolları bağlı bir biçimde atılarak öldürülür.
Nehrin iki yakasını birbirine bağlayan Saint Michel Köprüsü’nün ihtişamlı duvarlarına kırmızı boyalarla “Burada Cezayirlileri boğuyoruz” sloganı yazılır.
Bugün hala köprünün duvarlarında sloganın kırmızı boyası durur fakat tarihe meraklı Fransız yetkililer, yaşanan vahşetin anısına bir heykel dikmeyi akıl etmezler veya etmek istemezler. Heykel bir yana 1998’e kadar söz konusu olaylarda insanların hayatlarını kaybettiklerini dahi reddettiler.
'BURAYA KADAR HERŞEY YOLUNDA'
Zaman aktı, göçmenlerin çocukları büyüdü. Çoğu Fransız vatandaşlığını aldı fakat banliyölerde yaşamaya devam ettiler. Paris ve çevresindekiler aynı kamusal alanları paylaşsalar da iki farklı dünyanın insanı olarak kaldılar.
Paris’te hukuk fakültesine ilk adım attığımda beni en çok şaşırtan, ders aralarında öğrencilerin renklerine göre ayrılmalarıydı.
Seneler geçince öğrenciler kaynaşsa da yeni gelenler hep aynı şekilde ayrıldılar; Araplar Araplarla, siyahlar siyahlarla, Museviler Musevilerle ve beyazlar beyazlarla…
Fransız Devleti bir türlü bu geniş yığınları topluma entegre etmeyi başaramadı, belki de istemedi.
Dünyanın geri kalanında olduğu gibi çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu bu bölgelerde de sol ve anti-emperyalist gelenek zayıflarken, uyuşturucu kültürü ve dini gruplar alan kazandı.
Gençlerin bir bölümü uyuşturucu batağına düşerken, diğer tarafta kalanlar Körfez sermayesinin fonladığı camiler aracılığıyla cihatçı grupların ağına yakalandı.
Bugün Ortadoğu’da IŞID ve benzeri gruplar adına savaşan Fransız vatandaşı gençlerin çoğu bu sürecin mahsulü oldu.
Banliyölerin devlet erkiyle kavgası bu süreçte de devam etti.
80’ler ve 90’larda yeni isyanlar patlak verdi.
1995 yapımı La Haine, Nefret adlı film banliyölerdeki durumu çıplak bir biçimde ortaya koyar.
Filmdeki şu anekdot ise Fransa’nın içine düştüğü çıkmazı özetler; “Elli katlık bir binadan düşen adamın öyküsüdür bu… Her katta kendini rahatlatmak için şunu demiş içinden: Şimdiye kadar her şey yolunda. Şimdiye kadar her şey yolunda. Şimdiye kadar her şey yolunda… Önemli olan düşüş değil, yere çarpıştır.”
Fransa bugün 50 yıllık düşüşünü tamamladı. Ve estetik aşığı Fransız aydınlarını da memnun edecek biçimde görkemli bir yere çarpma anı yaşıyor.
Karakolda patlayan havai fişekler ise bu anı daha da görkemli hale getiren projektörleri andırıyor.
Benzer bir çarpma anı Batı medeniyetinin tamamında yaşanıyor.
Yönetenler iktidarlarını kaybederken sadece banliyöler değil, halkın farklı kesimleri isyan edip sokaklara dökülüyor.
Kapitalizmin mabetlerinde iç savaş söylentileri kulaktan kulağa fısıldanır olmaktan çıkıp, günlük siyasetin parçası haline gelmiş durumda.
Maddi ve manevi bir krizin içindeki geniş yığınlar yönlerini bulmaya çalışıyorlar…
Rothschild’lerin bankeri, plaza yetiştirmesi Emmanuel Macron’un, on yıllardır yükselen ve bugün patlamakta olan öfkeye bir cevap verebilmesi mümkün değil.
Fransız orta sınıfının isyanı olarak isimlendirebileceğimiz “Sarı Yelekliler” hareketine karşı düştüğü durum ortada.
Dışarıda ise Afrika’daki etkisini kaybeden, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da ABD-İsrail siyasetlerinin kuyrukçuluğunu yapan bir Fransa var.
Paris’teki ilk yılımda, Seine kıyısındaki sahaflardan birinde kitapları karıştırırken, sayfalarını çevirdiğim Frantz Fanon’un kitabından olsa gerek yaşlı sahafla siyaset konuşmaya başladık.
İstanbul’da öğrendiğim 16.yüzyıl Fransızcasıyla bütün hünerlerimi sergilerken, yaşlı adam kulağıma eğilerek şöyle dedi; “ Bu yaştan sonra beni antisemit olarak suçlasalar da doğruyu söylemeliyim, Fransa bir ABD-İsrail sömürgesi haline geldi.”
Yaşlı adamın söylediklerini, Fransa’da yaşadığım süre içerisinde iktidara gelen Sarkozy, Hollande ve sonrasında Macron dönemlerinde yapılan icraatları takip edince daha iyi anlamlandırdım.
Bugün Macron Fransa’sının Türkiye karşıtı hamlelerini değerlendirirken, yaşlı adamın söylediklerini unutmamakta yarar var.
Fransa’yla ilişkilerde bir diğer önemli nokta ise 1789 Devrimi’ne inancını koruyan Fransız milletinin azımsanmayacak çoğunluğu ve sermayeye teslim olan yöneticileri arasındaki çelişkileri doğru tahlil etmek.
Türkiye’nin genellemelerden kaçınan, Avrupa’daki siyasi çatlakları gözeten bir siyaset izlemesi halinde sadece Macron değil yaşlı kıtadaki benzerleri de yalnızlaşacaktır.
İnsanlık, kara deryalarda yolunu aydınlatacak bir fener arayışında…