Peki Ya Tutunanlar?
Dergilerde görüyorum: Edebiyatımızın postmodern örnekleri deniyor, isimler sıralanıyor boy boy. Anlamak pahasına inanmayı yitirmeyi göze aldım hep, yine alıp soruyorum: Edebiyatımızda yeterince modern örnek var da sıra postmoderne mi geldi?
Başka soru: Tutunamayanlar’ı herkes anlayarak okuyup pek bayıldıysa, okurken baygınlık geçirmeyen tek kişi yoksa Raymond Russel’ın Locus Solus’u yahut Nabokov’un Pale Fire’ının da delice satması gerekmez mi; bu iki büyük örneği geç, Türk romanının tutunanları bile ahım şahım anılmıyor, neden?
Misal Melih Cevdet’in Gizli Emir’i yeterince okunuyor mu? Sevgi Soysal’ın güzelim Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, neden sığlığın dibine batmış Ankara arabeski polisiyelerden az talep görmekte? Ağzından moderniteyi düşürmeyerek AKP’cilik oynayanların bayat çay kokulu nefeslerinden uzakta tutarak Huzur’a Fethi Naci gözlüğünden bakıldı mı?
Anladık, kahramanı Mevlut’a (İngiliz okur zorlanmasın diye kırk yıllık Mevlüt’ü Mevlut yapmış ya neyse) on altı yaşında giydiği ceketi yirmi yedi yaşında da giydiren Pamuk yoksulluğu yazdı da Füruzan’ın kırk yaşındaki Kırk Yedililer’i neden haysiyetsiz büyü kitapları kadar doksan beş baskı yapmıyor? Refik Halit ne çabuk aşıldı? Büyükada’da niçin Hüseyin Rahmi Gürpınar Enstitüsü yok; üstelik bu mükemmel yazarın üslubu, kendini anlatmak üzere sevimsiz kahramanlar yaratan yazar bozuntularına ne çabuk evrildi!
Yakup Kadri, Yaban’ını “çölde bir feryat” diye tanımlamıştı, o feryattan bu komikçiliklere geçerken hangi köprüler yakıldı? “Sorun” ne vakit sorunsal oldu? Bir şey anlatmayı beceremeyen romanın kapağına hafif utangaç harflerle o yüzden mi “anlatı” yazılıyor? Feryada gücü yok mu artık “Türkçe edebiyatın”! Ama feryatsız da ses çıkaramıyor!
Boktan gazetelerinde beyaz yakalı turist okura sol soslu köşe döşenen, işine geldi mi Madam Clinton’la bile sahneye çıkabilen ABD ece’lerini kim dünya yazarı ilan etti? Nezihe Meriç’in Menekşeli Bilinç’i kimlerin evinde, neden ortaya dökülmez Korsan Çıkmazı? Leyla Erbil’in Hallaç’ından noktalı virgülü olsun doğru kullanamayan ayyaşlara nereden gelindi?
Tutunamayanları anladım da edebiyatımız, eski tutunanlarının sahici acısını, kavuran sancısını ne ara yitirdi!
İki Kulaç Twain
Missisipi Nehri’nin gemicileri suyun derinliği ölçmek için mark one, mark twain dermiş, iki kulaç derinse al sana Samuel Langhorne Clemens’in kendi derinliği için seçtiği mahlas: Mark Twain. Zat-ı muhterem, edebiyata “kurmaca” diyen bağırsakları bozuk zevata şu notu iletir: “Gerçek, kurgudan daha acayiptir. Çünkü kurgu olabilirlikleri gözetmek durumundadır ancak gerçeğin böyle bir zorunluluğu yoktur.”
Dünyada daktiloyla yazılmış ilk roman bu beye ait: 1883 tarihli Life on the Missisipi (Missisipi’de Yaşam). Twain’in Innocents Abroad adlı bir kitabı var ki 2007 yılında Türkiye Seyahati adıyla basılmış; üstat burada 1867’de Osmanlı İstanbul’una yaptığı ziyareti anlatırken “hayatımda hiç bu kadar mahzun bakışlı ve kalbi kırık sokak köpekleri görmedim” buyurur. Ağzından bal damlayan üslubuyla devrin Türklerine, Rumlarına, Ermenilerine fena giydirir.
Otobiyografisini yazıp ölümünden bir asır sonra yayımlansın istemiş. 2010’da basılıp sekiz yıldır çok satan bu kitapta Halley kuyrukluyıldızı için şöyle diyor Twain: “1835 yılında Halley kuyrukluyıldızıyla beraber geldim. Önümüzdeki yıl (1910) yine gelecek ve ben de onunla beraber gitmeyi bekliyorum. Ulu Tanrı hiç kuşkusuz şöyle dedi: ‘İşte, bu iki ucube birlikte geldi, birlikte gitmeli...’”
Halley, 16 Kasım 1835 ile 20 Nisan 1910 tarihlerinde uğrar dünyaya, Twain 30 Kasım 1835’te doğmuş, 21 Nisan 1910 tarihinde ölmüş. Öyle, derin...
Not: 12 Mayıs Cumartesi, saat 15’te, Kireçburnu Haydar Aliyev Parkı’nda, Sarıyer Edebiyat Günleri’ndeyim.