Pili doldurma vakti
Ne çok değer verdiğimizi sandığımız kimi şeyleri nasıl da atlıyoruz. Zihinde pilin bittiği anlara mı denk geliyor acaba? Sonra bir bakıyorsunuz bir görüntü, bir cümle, bir mektupla doluveriyorsunuz. Emekli edebiyat öğretmeni Müzeyyen Susar’ın Aydan Ay’a gönderdiği mektubu okuyunca, bu duygulara kapılmaktan kendimi alamadım.
BOŞALAN PİLLERİ DOLDURMAK
Sevgili Aydan Ay,
Reşat Nuri Güntekin’den söz eden yazınız, beni lise yıllarıma götürdü. Sanırım Çalıkuşu’nu heyecanla okuyan bizim kuşak öğretmenlerinin içinde Feride’den çok şey var.
Okul biter bitmez, soluğu Anadolu’da almıştık. İdeallerimiz bizi çağımızın lüks yaşam, tüketim çılgınlığı, bencillik gibi birçok hastalığından korumuş meğer.
Ne güzel, halâ ideallerimiz var...
Bu idealleri her yaştan gençlere taşımanın en kısa yolu, edebiyat sanırım...
Ömer Seyfettin’i, Yakup Kadri’yi de yeniden tüm yönleriyle Türk okuruna hatırlatmak gerekiyor.
YAKUP KADRİ’DEN BUGÜNE HALK
Müzeyyen Susar’ın mektubu bana birden İstiklâl Savaşı Ankara’sında, hemen cephe gerisinde, önemli görevler üstlenen Yakup Kadri’nin o yıllardaki bir yazısını anımsattı (İkdam, 8 Nisan 1921):
“Aydınlarımız halk kavramını Batı bilimlerinden aldıkları için bizim halkı da Batı’daki örgütlenme yollarına göre yönetmeyi düşünüyorlar. Ve bu yolda kazanılan tecrübelerin sonuçsuzluğunu görünce onu yararsız bir kitle olarak anlıyorlar. Oysa halk, bu aydınlardan oluşan sınıfın ortamı dışında kendi hayatını yaşıyor.”
Yüzyıllardır süren bu ayrılığa dair en azından yüz yıldır kafa yorulmaktayken, ne kadar yol aldığımız halâ meçhul... Nitekim Ahmet İnam’ın Bilim ve Ütopya’da çıkan (Ekim 2016), “Bir can bozukluğu belirtisi olarak 15 Temmuz” yazısı da bu anlama girişiminin bugündeki örneği. Enine boyuna tartışılmak gereken yazı, şu sonuca varıyordu: “İroni şurada: İnsan, inancıyla özgürleşir, özerk varlığını duyar. Oysa yaşadıklarımızdan inancın insanı köleleştirdiğini, darlaştırıp sığlaştırdığını görüyoruz.”
KESİŞMELERDEN DÜZLEME
Müzeyyen Susar’ın Reşat Nuri’den hemen Yakup Kadri’ye geçmesi de çok anlamlı. Aydan Ay’ın yazısında Rauf Mutluay’dan aldığı şu saptamaya bitişiyor: “[Çalıkuşu’nun ardından (birkaç ülkücü sanatçı dışında)] 1923 sonrasında büyük bir boşluk ortaya çıkar.” Gerçekten de edebiyatımız, Çalıkuşu’ndan Yaban’a kadar, elbette toplum dışı değildir ama 10 yıl boyunca, Cumhuriyet Devrimi’nin ülküleri ve sorunlarının dışında akmıştır.
Peki, Ahmet İnam’ın saptamasıyla Yakup Kadri’ninki nasıl bir uzaklığı ya da kesişmeyi veriyor? Uzaklıklar arasındaki kesişmeler bizi bir ortak düşünsel düzleme taşıyabiliyor mu? Edebiyat ve düşün dünyamızın toplumsal işlev yönünden içine düştüğü ilmek kaçıklığı 15 Temmuz sonrasında büsbütün boşluğa mı dönüştü?
AYDININ HALKLAŞMASI
Yusuf Akçura, Ziya Gökalp’ten çok farklı bir milliyetçi bakış açısıyla, şunu öneriyordu: Hangi sınıf adına konuşursak konuşalım, tarihe materyalist ilkelerle yaklaşmayı öğrenmeliyiz. Aydın olarak bu halk için bir şeyler yapma düşüncesindeysek, önce onu kuşatan maddi ve ruhsal ortamı iyi kavramak zorundayız. Ulusalcı aydın; madde ve ruh olarak halklaşmadan, Batı’nın düşünce tarzını içselleştirip önce kendinde köklü ve kalıcı bir dönüşüm yaratmadan, Batı karşısında bağımsızlaşamaz, halkta bir dönüşüm isteği yaratamaz -ya da sonunda halka yönelik acıklı karasevdadan vazgeçer.
Bu karasevdayı Batı’dan, FETÖ’den, bilmem hangi mezhepçi ya da etnik çeteden üç otuz paraya kafasından def eden aydınlar zaten çoktan kaytarmıştı. Şimdi bellek pilimizi Nâzım’dan, Aziz Nesin’den, Cemal Süreya’dan birikmiş emekle doldurmanın vakti gelmemiş midir?