Propaganda ve umut devrimi
Kökü 1600’lerde Hıristiyan misyonerlerin “inancı yayma meclisi”ne kadar uzanan, Roma İmparatorluğu’nu arşınlayıp bugün bildiğimiz işlevi ile 20. yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan “propaganda” kavramı bütün modern toplumların idari ve ticari işleyişinde kilit noktada konumlanıyor.
Elbette gazeteci Walter Lippman ve halkla ilişkilerin babası kabul edilen Edward Bernays ABD adına anti-Alman histerisini altı ay içinde kamuoyuna yaydıklarında bu büyük başarılarının ileride alt etmek istedikleri düşman Hitler tarafından ele geçirilip, Avrupa’daki büyük insani kıyımın psikolojik silahı haline getirileceğini bilmiyorlardı. Hitler kendine uygulanan bu yeni algı silahından öyle etkilenmişti ki, bugün hala dillerden düşmeyen “Hitler de seçimle iktidara geldi” cümlesinin temelini bu görünmez silahla attı. 1933 yılında Hitler ve “yoldaşı” Goebbels başkanlığında kurulan “Kamuoyu Aydınlanma ve Propaganda Devlet Bakanlığı” bu ikilinin ölümcül planlarında, “algı yönetimi” kurarak çok temel bir ayağı oluşturdu. Nazi fikirlerinin halka sadece silah ve zorla değil, kültür, sanat ve basın ayaklarında bir zihin kuşatması yaratılarak da sağlanabileceğini, yahut varolanın bu yolla güçlendirilebileceğini, çökmeyeceğini tasarlayan Goebbels eşi benzeri görülmemiş büyük insanlık suçuna toplumu “propaganda” ile hazırladı.
Elbette o günden bugüne “propaganda” gücü keşfedilen bir silah olarak çeşitlendirilmiş, mesleki hale gelmiş, kurumsallaşmıştır. Reklamcılık ve halkla ilişkiler bugün sadece bir ürünü pazarlama skalasında değil, politik manevralardan, savaş ilanlarına, anayasa değişikliklerinden, devrim ve halk ayaklanmalarına kadar hemen hemen her alanda kendine oturacak bir yer bulmaktadır.
21. yüzyılda gelişen ve çeşitlenen teknoloji insanın düşüncelerinde ve üretimlerinde de farklılık yarattı. Salt siyasal söylem ve bu söylemin doğruluğu insanları yakalamakta tek başına yeterli değil artık. Dinamik, değişken bir zamanda sürekli bilgi bombardımanına tutulan kitleler söylemlerde başka şeyler bekler yahut yaratır oldu. Yükselen halk hareketlerine baktığımızda sanatsal yaratıcılık, etkili eylem, yeni örgütlenme biçimleri doğmaya başladığını ve bunların yaygınlık kazanma amacıyla özgün propagandalara girişme çabalarını görüyoruz. Bunun yanında iktidarlara baktığımızda da yüzyılımızda, onlar da Hitler dersini iyi çalışmışlar gibi görünüyor ve propagandaya büyük paralar yatırmaktan, iktidarlarını güçlendirmek için Orwell’ın “Big Boss”u gibi bilbordları kendi resimleriyle donatmaktan geri durmuyorlar. İdeolojiler savaşırken, propagandaların da savaştığı bir sistem yaratıldı. Hatta Hitler’den sonra ateşli silahların orduların karargahlarına çekildiği, onların yerini propaganda askerlerinin doldurduğunu görüyoruz. Hitler sonrası Soğuk Savaş döneminin bu yeni sistemin girizgahını oluşturduğunu da söylemeliyiz.
Bu büyük tablonun içinde 1988 yılının Şili’sinde bir kırılma gerçekleşir. Amerikancı bir darbe ile 1973’te iktidara gelen diktatör Pinochet, 15 yıl sonunda ülkeyi bir referanduma götürür. Bu referandum ile 8 yıl daha başkanlık koltuğunda oturmasını oylayacaktır. Referandumda evet çıkacağından emin olması ve seçim sonrası dünyada daha meşru bir iktidar olacağını varsayması onu bu halk oylamasına götüren nedendir. Oysa işler hiç de Pinochet’nin hesapladığı gibi gitmez. Referandum süreci uzun yıllardır baskı ve işkence altında kalmış ve sindirilmiş bir toplumun üstündeki ölü toprağını atmasının öyküsü gibidir. Antonio Skarmeta “Gökkuşağı Günleri” kitabında bu öyküyü tüm canlılığı ile anlatır. Bu canlılıkta yazarın bir Pinochet mağduru olması da etkendir. Genç Nico, felsefe öğretmeni muhalif babası, Nico’nun sevgilisi Patricia ve Patricia’nın babası Adrian Bettini ile Şili’nin kaderinin kırılma noktasında hem bir mücadeleyi hem de bir hesaplaşmayı okuruz. Bettini ülkesinin en tanınmış reklamcısı olmasına rağmen muhalif kimliği nedeniyle Pinochet döneminde iş bulamayan biridir. İnsanların devlet tarafından kaçırılıp kayıplara karıştığı zamanlardır bunlar. Referanduma giden Şili halkı yıllardır bir yandan “Küçük Amerika” sunumlarıyla uyuşturulmuş bir yandan işkenceler ve gözaltılarla korkutulmuştur. Referandumda reklamcı Bettini’ye ilk teklif Pinochet yönetiminden gelir. Onu “profesyonelliğe” davet eden ve önüne sınırsız para teklifleri koyan devlet görevlisine karşı tavrını sakınmaz Bettini ve şöyle der; “Size ‘Pinochet’ye evet’ kampanyasının sloganını söyleyeyim mi? ‘Para zenginlerin kulaklarından fışkırınca, fazla gelen banknotları yoksullara atacaklar.’” Büyük ölüm riskiyle reddettiği bu teklif sonrası “Hayır”cılar kapısını çalar. Kampanyayı yürütmesinin karşılığı “ad honorem”dir, yani “şeref adına”, hiçbir ücret almadan. 16 farklı siyasi grubun oluşturduğu Hayır cephesini reklamcılığın propaganda kuralı olan tek ve belirli bir kavramda birleştirmek imkansız gözükse de “gökkuşağı” sembolü ve “umut” kavramı önündeki koca dağa bir gedik açmıştır. Balzac, “umut, arzulayan bellektir.” der. Şili halkı bu sözü 1988 yılında hayata geçirmiş gibidir. Şili bu referandumda neye mi hayır demiştir? Kendi aynası olmuş komünist müzisyen Victor Jara’nın parmaklarını bir daha gitar çalamasın diye kıran ve sonra öldüren Pinochet yönetimine “Hayır” demiştir. Bunu da şeref adına yapmıştır.
Dirençli ve inatçı Şili toplumu kendisine tanınan 15 dakikalık propaganda diliminde erdemli bir yaşamı diktatörün kirli ellerinden söküp alma umuduyla doldu ve sonunda da başardı. Toplumun ortak iradesinin, birlikte yaşama ve direnme arzusunun ne kadar değerli olduğunu bize gösterdi. Yapılan akılcı propaganda mı, yoksa umut duygusu mu bu dönüşümü yaşattı derseniz, umut Pandora’nın kutusunda saklı kaldığından beri insanın içindeki en iyi mücadele aracı olmaya devam ediyor derim.
Zira “Gazap Üzümleri”nin sonunu Steinbeck’e yazdıran, Shawshank Hapishanesi’den Andy Dufresne’yi 20 yıl sonra çıkaran, Nazım Hikmet’e “hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak” dedirten, “Umut Dünyası”nın matbaacı Ahmet’ini o tek camlı, rutubetli odadaki yataktan her gün kaldıran hep umuttur. İnsanları ayakta tuttuğu gibi, toplumları da ayakta tutan ortak umutlardır. Şili de 1988’deki referandumda bir dönem kaybettiği umudunu yeniden yakalamıştır. Tarihsel zeminleri farklı da olsa insanlık boyunca pek çok olay bize aynı şeyi kanıtlamıştır, toplumsal bir devrim “umut devrimi” ile başlar, hak ve adalet arayışıyla devam eder. Sonra Davud Golyat’ı öldürür.