Ramazan imlası -(TAMAMI)
Ramazan ayında dilimiz, imlamız da değişiyor. Televizyondaki ilanlara bakın “tevhit” yazan hiç yok, hepsi “tevhid” diye yazıyor. Halk “teravi” der yüzyıllardan beri, kılavuzlar da artık bu yazılışı kabul etmiştir, amma Ramazan imlasında bu da değiştirilir, “teravih” yazılır. Bu sözcükler epey bir zamandır Türkçeye uyduruldu, halkın söyleyişine, Türkçenin ses özelliklerine göre ortaya çıkan değişiklikler kılavuzlarda da benimsendi. Türkçenin ses özelliklerinden kaynaklanan değişiklikler “galat” değildir. Bu tür değişiklikler her dilde görülen bir durumdur. Dil ve yazım kuralları yılın bütün ayları için geçerlidir, yılın her ayında uymamız gerekir. Ramazan ayı, dilde, imlada, her anlamda bizi Araplaştırma ayı olmamalı.
***
Gazetemiz Aydınlık diliyle, imlasıyla da düzgün bir gazete sunuyor okurlarına. Son zamanlarda göze batacak bir dil yanlışı göremiyorum. Yazarlarımız “takdir” ile “taktir”i karıştırmıyorlar artık. Geçen gün kitap ekinde Özdemir İnce’nin şiirinde bir dizgi yanlışı bulduğumu sandım, sorumlu arkadaşları uyarmaya kalkıştım. Şiir benim gibi sanırım sizi de yanıltacak türden:
“Çakmak taşının ağzındaki kar sensin Türkiye!”
Bu dizedeki “kar” olsa olsa “kav” olabilir dedim, dergideki arkadaşlarımızla yazıştıktan sonra anladım ki, Özdemir İnce “kav”ı değil, “kar” demeyi yeğlemiş orada. Şair öyle dediyse öyledir, imge onun imgesi. Bir kez daha anladım ki, şairin diline fazla karışmamak gerekir. Ama benim aklım gene de kav’da kaldı. Tütün kokusuyla kav kokusu birbirine karıştığında, ayrı bir koku çıkar ortaya, çocukluğumdan iyi bilirim. Yeni kuşak, üniversitedeki derslerimden biliyorum, kav’ın ne olduğunu bilmez. Köylerde çakmak, hatta kibrit bulmak bile zordu bizim çocukluğumuzda. Yaşlıların sigarasını alır, uzak tarlalardaki komşu amcalara, dayılara yaktırıp getirmek bizim görevimiz olurdu. Aradaki mesafe uzaksa, yaktırdığınız sigara sönmeye yüz tutar. Bunun çaresi bir iki nefes çekmektir. Kimi arkadaşlarımızda sigara alışkanlığı böyle başlamıştır. İşte bu yokluk içinde, dedelerimizin bir bez parçasını nasıl kava dönüştürdüklerini şaşarak izlerdik. Size yemek tarifi gibi mi anlatsam bunu? Pamuklu bir bez parçası alınır önce, suda ıslatılır. Sonra boynu kirli bir koyun bulunur. Bu ıslak pamuklu koyunun kirli boynuna sürülür, sürülür... Hayvanın tüylerinin dibi sabun gibi köpürmeye başlar, yağlı yağlı bir şey bulaşır beze. Köpüren tüyler ıslak bezle iyice ovulur, yağlanıp ağırlaşan bez güneşte kurutulduktan sonra, yanmaya hazır hale gelir. Artık adı kav olan bu bezden her sigara yakışta küçük bir parça koparılıp iki döven dişi arasına sıkıştırılır, muştaya benzeyen küçük bir demir parçasıyla vurulur. Bir vuruşta değilse bile, birkaç vuruşta kav hoş bir koku yayarak tutuşuverir. Tiryaki sigarasını bu bezle yakar. Sonra söndürür, kalan parçayı atmaz. Üniversitedeki derslerimden biliyorum, yeni kuşak “kav”ın ne olduğunu bilmiyor. Bizde ilkin şiirde Fazıl Ahmet Aykaç’ın kullandığını sanıyorum: “Ateş hiç yanar mı kavsız/Türk’ü sen yazma vavsız” der bir şiirinde. Yeni yazıdan önceki imla tartışmalarıyla aydınların nasıl bölündüğünü anlatır bu dizeler. “Türk” sözcüğünün nasıl yazılacağında bile anlaşamıyorlar, öyle bir yazım kargaşası yaşanıyor ki, bu durum şiirlere konu olmuş. İmlamızın o gün tartışılan sorunları gerçekten çok büyüktü, biz bugün çok küçük sorunları tartışıyoruz.