'Risk'i yönetilmemiş depremin 'kriz'ini yönetmek
Doğu Anadolu Fay Hattı üzerinde, 6 Şubat’ta başlayan şiddetli depremler serisi, çok büyük yıkım ve travmalara yol açtı. Çok sayıda can kaybının yaşandığı bu depremlerden acı çeken 10 ilimizin yaralarını sarmaları, hiç kolay olmayacak. Milletçe el ele vermemiz, kenetlenmemiz gereken bir dönemin içindeyiz.
Depremin 6 Şubat’ta duyulduğu andan itibaren ivme alan kontrollü müdahalelerin, yöntemsel ve teknolojik gelişmeler nedeniyle olsa gerek, bizzat yaşadığım 1999 Marmara Depremi’nden sonra yapılan müdahalelere göre, çok daha etkin olduğunu söylemeliyim. Kötü hava koşullarının zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalan kara ve hava taşımacılığının deniz ulaştırması ile desteklenmesi sayesinde sağlanabilen lojistikteki devamlılığın bu nispi başarıya önemli katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.
Geçmişte (2010-2017 arası), görevleri arasında, afet yaşanması hâlinde İstanbul’un bazı ilçelerine destek sağlamak da bulunan bir askerî birliğin AFAD planlarını hazırlamış biriyim. Bu nedenle, devletin, en kötü afet senaryolarının yaşanması durumunda bile, kamunun elinde bulunmayanlar da dâhil olmak üzere, tüm ulusal yetenekleri süratle bir araya getirebilecek, kapsamlı, sürekliliği bulunan ve zaman alıcı hazırlıklar içinde olduğunu iyi bilenlerdenim.
AFAD’ın eş güdümünde yapılan bu hazırlıkları özetlemek gerekirse; öncelikle birbirleriyle bağlantılı, çok sayıda “afet ve acil durum” planlaması yapılır; yani, çok sayıda kurum, “afet sonrası” yaşanacaklar için ortak bir zeminde buluşturulur; bu kurumların “afet sonrası” kullanıma sunabilecekleri yeteneklerini “hazır ve canlı” tutmaları sağlanır; afet gerçekleştiğinde de bu yetenekler, AFAD teşkilatı tarafından, karmaşaya yol açmadan ve en süratli şekilde “kurtarma” veya “normalleştirme” görevlerine konsantre edilirler. Aslında, bu yoğun çabayı, “afet yönetimi” olarak tanımlamak son derece güçtür. Hiçbir zaman yakınında olmak istemediğimiz deprem denilen kâbus, gün olup gerçeğe dönüşürse, yani baş edilmesi zor bir kriz evresine girilirse yapabileceklerimizi bir araya getiren bu sancılı hazırlık sürecini, “afet yönetimi” yerine, “kriz yönetimi” hazırlığı olarak tanımlamak daha gerçekçidir. Anlayacağınız, bunca hazırlık, krize girildikten sonra “kayıpları azaltmak” ve “derin travma ortamının süresini daraltmak” maksadıyla yüzlerce kurumu seferber etmek içindir.
1999’un kötü deneyimi nedeniyle yeniden kurgulanan bu daha planlı ve daha kapsamlı hazırlıklar zinciri, 2023’teki krizin göreceli olarak daha iyi yönetilmesine katkı sağlayabilmiştir. Madem artık deprem sonrası krizler, göreceli olarak daha iyi yönetiliyorlar, peki o zaman sorun ne? Asıl sorun, kamuoyunun sosyal medya üzerinden -afet yönetim uzmanı- edasıyla tartıştığı “kriz”i iyi yönetip yönetmeme meselesinin dışında kalan, bambaşka bir şey…
Anlaşılır olması için örnekleyerek anlatmaya başlamalıyım: Kalp krizi geçiren birisi, hastaneye yetiştirilir, kalp masajı yapılarak ve yoğun bakıma alınarak hayata döndürülmeye çalışılır. Kriz yönetilmiş midir? Evet yönetilmiştir; kalp krizi geçiren kişi, özverili ve örgütlü bir emek sonucunda ya bir miktar yetenek kaybıyla hayata döndürülmüştür ya da hayatını kaybetmiştir. Hâlbuki, genetik yatkınlığı nedeniyle kalp krizi geçirmeye aday olan bu kişi, sağlıklı beslenerek, stresten uzak durarak ve spor yaparak kalp krizi riskini, en düşük ve en kolay yönetilebilir seviyeye indirebilirdi. Anlayacağınız, krizlerin oluşmasını engelleyen tedbirlerin yönetilmesi olarak karşımızda duran “risk yönetimi”, krizi yönetmeye göre daha etkili ve daha garantili bir yöntemdir. İşte, Türkiye’deki “afet yönetimi”nin her zaman için travmatik ağır sonuçlarla karşılaşmasının altında yatan ana neden, “risk”in kötü yönetilmesi veya hiç yönetilmemesidir. Yani, Türkiye’deki “afet yönetimi”nin en zayıf halkası, “afetlerin ölümcüllüğünü ve yıkıcılığını ortadan kaldıran veya azaltan şehirleşme” anlayışına önem vermeden, tüm “yüksek riski”, olduğu gibi kabullenmektir. Kaçınılmaz kaderimiz olan depremle karşılaştığımız zaman, yönetilme zahmetine girilmemiş yüksek riskin sebep olduğu çok sayıda ve eş zamanlı travmalar zincirinden oluşan dev bir krizi yönetme yükünü hep birlikte omuzlarımıza almak, diğer bir kaçınılmaz sonuç olmaktadır. “Depremi taşıyamayacak” şehirlerde -Allah’a emanet- yaşamaktan kurtulduğumuz gün, bugünkü gibi ağır “krizleri” yönetmekten ve ağır travmatik bedelleri ödemekten kurtulduğumuz gün olacaktır.
Daha açık konuşalım: Türkiye’de devlet, tarihinin hiçbir döneminde, deprem riskini iyi bir şekilde yönetememiştir. Bu nedenle, ekonomik kaynakları geniş olan dar bir kesim, doğal olarak kendi başının çaresine bakarak kendi deprem riskini kendisi yönetiyor ve depremde yıkılmayacak evlerde yaşıyor. Ekonomik sınırları buna el vermeyen on milyonlar seviyesinde diğer bir kitle ise, günün birinde depremin kendisini de vuracağı günü bekleyerek korku içinde yaşıyor. Bu devasa yoksul kitlenin, henüz deprem riskini iyi bir şekilde yönetme iradesini gösteremeyen devletten ümidini hiçbir zaman kesmediğini de belirtmeliyim.
Gerçekçi olalım ve deprem riskinin iyi yönetilememesinin altında yatan temel nedenin, mevcut ekonomik model tercihleri olduğunu kabullenelim… Bugüne kadar rant ekonomisine kurban edildiği için, çarpıklığının ötesinde, karşılaşacağı ilk büyük depremde yerle bir olmayı bekleyen şehirlerimiz, deprem acıları yaşanmadan yeniden imar edilmeli ve bilimsel ölçütlerde yeniden inşa edilmeliler. Bunu sağlayacak ekonomik model ise, bugüne kadar uygulanan rant ekonomisi, elbette değildir. Döndük dolaştık, yine “üretim ekonomisi”ne geldik… Rant ekonomisinin önceliklendirdiği “Kanal İstanbul mu?” yoksa üretim ekonomisinin önceliklendirdiği “Deprem riskinin sıfırlanması, yani depremde yıkılmayacak yapılarda yaşamak mı?” Bu soruların cevabını okuyuculara bırakıyorum…