Rıza Kayaalp ya da bir an, ahh o bir an!..
Üç sporu kulüp disiplini içinde lisanslı yaptım. Güreş, judo, futbol… Üçünü de erken bıraktım. Hem de iyi giderken, kendimce iyi sonuçlar alırken, gençler arasında birincilik kürsüsüne bile çıkmışken, birden bıraktım. Bir daha dönmemecesine, spor salonlarının, futbol sahalarının yanından yöresinden geçmemecesine bıraktım. En çok da güreşi bırakmak zor geldi bana. Celal Atik, Bayram Şit, Halit Balamir gibi hocalarımız vardı, Tevfik Kış, Ahmet Ayık, Mahmut Atalay, İsmail Ogan, Hüseyin Akbaş gibi şampiyonlarla aynı mindere ter döküyorduk. O ter kokusu, kas demetleri arasından çıkan gücün kuvvetin ince buğusu burnumda, gözlerimde uzun bir süre tüttü durdu. Minderde oyun yaparken ya da hakem elimi kaldırmış galibiyetimi ilan ederken çekilmiş güzel fotoğraflarım vardı, sevgilisinden ayrılan ergen gibi, bir daha aklım çelinmesin diye o güzel fotoğrafların hepsini yırttım. Yıllar sonra o günlerimden kalan elimdeki tek fotoğrafı Fahrettin Çankaya’nın kardeşi Aşur’dan aldım.
Su dolu havuzdan çıkmayan çocuklar gibi, minderden ayrılamazdık. Birden nasıl bıraktım ben de anlayamadım.
Sonra biliyorsunuz, o yıllar ikisi roman, biri portreler, üç kitap olarak döndü bana.
Ankara Üniversitesinin spor bölümü de dahil birçok fakültesinde farklı bölümlerde dersler verdim. Sporla ilgilendiğimi bilen öğrencilerim hangi sporun daha zor olduğunu sorduklarında; “Sonunda yenilgi varsa hepsi zordur!” derdim. “Eğer yenilgiye katlanırsanız en zevklisi de güreştir,” diye tamamlardım sözümü. Bireysel sporlarda, özellikle güreşte yenilgi bazen bir trajedi gibi dokunur, sarsar insanı. Spor; hep ter ister; ter, ter, ter…boyuna ter bekler insandan, arada bir gözyaşı da ister.
Avrupa Şampiyonasında bunu Rıza Kayaalp’ın yüzünde ne kadar açık gördük, bir trajedi izledik sanki.
Şunu da unutmayalım, Rıza Kayaalp buralara dek geldiyse yenilgiye katlanmayı bildiği için geldi. Yoksa daha yeniyetmeliğinde, gençliğinde bırakırdı bu işi. Evet, çok üzüldü ama daha minderden inmeden içindeki sesi duydu:
“Her şey bitmedi, Paris var, olimpiyatlar var!..”
İçindeki o ses hepimizin sesi, onu sevenlerin sesidir aslında.
Önde gidiyordu, gene bir destan yazacakken, bir an, ah o bir an işte!.. Rakibi ağırlarda zor yapılan bir oyunu, on kez denenip bir kez uygulanan bir oyunu yaptı, Rıza’nın ayaklarının, ellerinin uygun olduğu bir anda saltoyu atıverdi.
Güreşimizin şanlı bir geçmişi var, gerçekten ata sporu, bazı kesimler hâlâ kibirle baksalar da… Yaşar Erkan’ın 1936 Berlin Olimpiyatlarında ilk altın madalyayı boynuna taktığında Atatürk’ün o gün hayatının en mutlu gününü yaşadığı anlatılır; Yaşar Erkan’dan etkilenen, onu örnek alan sonraki kuşakla altın madalya sayısı 1948 Olimpiyatlarında altıya çıktı.O olimpiyatları seyirci olarak izleyen sinema yönetmeni Esat Özgül’den dinledim: Avrupalılar Türkiye’nin yerini, Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet olduğunu bu güreşçilerimiz sayesinde öğrenmişler. Yaşar Doğu’lar, Celal Atikler, Gazanfer Bilge’ler, Nasuh Akar’lar şampiyondan öte birer kahraman gibi alkışlandılar. Türk basını renkli baskıya ne zaman geçti bilir misiniz? Bugün gazetecilerimiz, gazete patronları, gazetecilik bölümünde dersler veren profesörlerimiz de bilmezler bunu. Biz kitaplarımızda yazdık, okumazlar da… Basınımız 1948 yılında Londra şampiyonlarının güçlü vücutlarını daha iyi gösterebilmek için renkli baskıya geçtiler. Türkiye’de gazeteleri şampiyon güreşçilerimiz renklendirdi. Bu gün futbolu baş tacı edip güreşe, güreşçiye tepeden baksak da, bizde kombine bilet satışları ilkin güreşte başladı. Atatürk döneminde 9 Mart’ın Güreş Bayramı kabul edildiği de bugün pek bilinmez. Bunları da yazdık, sayılı birkaç kişi okusa bile bizim için yeter!
Ardından Yaşar Doğu’ları, Celal Atik’leri örnek alan, onların öğrencileri başka bir kuşak geldi; Ahmet Bilek’ler, Tevfik Kış’lar, Mithat Bayrak’lar, Mustafa Dağıstanlılar 1960 Roma Olimpiyatlarından yedi altın, iki gümüş madalyayla döndüler. Tarihi Roma’nın taş duvarları tam yedi kez ulusal marşımızla çınladı.
Spor tarihimizi altına boğanların, destan yazan bu şampiyonların romanlarını yazmak da bize kısmet oldu. Güreş izlenmiyor, kim romanını okur diyenler oldu. Aldırmadım. Sessiz Şampiyon’u hayatında hiç güreş izlememiş kadınların, en çok da kadınların okuduğunu internette bir sitenin yaptığı ankette gördüm.
Selçuk Çebi geçmişten gelen bu büyük birikimin yarattığı genç şampiyonlarımızdan… Bir telefon konuşmamızda anlattı: Hemşerileri bir milletvekili gece geç saatte telefonla aramış, “Kusura bakma geç vakitte rahatsız ediyorum, biraz önce Dangal diye bir Hint filmi izledim, onun etkisiyle arıyorum. Bizde pek çok şampiyon var, neden böyle bir filmleri yok?” diye sormuş. Çebi de; “Bizde şampiyon çok ama sanatçı yok!” diye yanıt vermiş.
Sözü bitince genç şampiyon kardeşimize şunu söyledim:
“Şampiyon, iş tam öyle değil… Bizde sanatçı da çok, şampiyon da çok, ama ayrı dünyalarda yaşıyorlar. Bir araya gelmiyorlar.”
Bu ülkenin yazarı, yönetmeni, oyuncusu ilk olimpiyat şampiyonumuz kimdir denildiğinde bilmeli. Türk sporunu doruklara taşıyanları, altına boğanları bilmeli. Bu ülkenin sporcusu da arada bir tiyatroya, konserlere gitmeli, sanat filmleri izlemeli, kitap okumalı, kitabevlerine girip çıkmalı.
Bizim sorunumuz şunun azlığı, bunun çokluğu değil, asıl sorunumuz bir araya gelememek, ayrı dünyalarda yaşamak…