Roman Kafka’dan sonra bitti mi?
Fakat başta da söyledik. Roman, hümanizmanın çocuğudur. İnsan faaliyetinin doruklarından bir tanesidir. İnsanlık var oldukça ve insanlık adına mücadeleler sürdükçe, roman duvarları yıkmayı sürdürecek. Yeni, özgün biçimleri ortaya çıkmaya devam edecek
Hürriyet gazetesinden Zeynep Bilgehan, yazar Pınar Kür’le geçen pazar bir söyleşi yaptı.(1) Kür şunları söylüyor:
“Kişisel gelişim kitapları çok manasız. Her insanın aklına geldiğinde yapması gereken şeyler var; dişlerini fırçala! Allah Allah! Bana diş fırçalamayı annem öğretti. Yeni dönemden iyi yazarlar var ama duvarları yıkacak kişi pek görmüyorum. Millet her şeyin kolayını tercih ediyor. Anlaşılması kolay, az çok Türkçesi bozuk olmayan kitapları okuyorlar. Okusunlar ama artık bundan sonra edebiyat dünyasında, dünyanın herhangi bir yerinde büyük çıkış yapabilecek şey yok. Kafka’dan sonra bitti bu iş.”
Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Hakan bir adım ileri taşıdı konuyu. Kür’ü haklı bulan Ahmet Hakan, “Şiir de bitti. Attila İlhan’lar, İsmet Özel’ler, Cemal Süreya’lar son büyük şiirleri yazdılar. Ardı arkası gelmiyor.” dedi.
Kür’ün kişisel gelişim kitapları ve okurun kolaya kaçması eleştirilerini doğru buluyoruz. Fakat edebiyatta duvarları yıkacak büyük çıkışlar olmadığı, Kafka’dan sonra bunun bittiği fikrine katılmıyoruz. Sayın Ahmet Hakan’a da Aydınlık’ta yayımladığımız Hüseyin Haydar’ın şiirlerini öneriyoruz. Gelelim Kür’ün iddiasına.
DİZENİN BAŞINA İNEN SATIR
Roman esas olarak, hümanizmanın çocuğudur. Hümanizm, Ortaçağ ilişkilerinin tasfiyesiydi. Ruh yerine maddenin, ideal yerine aklın, mutlak olanın yerine insanın merkeze alınmasıydı. Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın ideolojisiydi. Teknik imkânların gelişmesi, eserlerin çoğaltılabilmesi aydınlanma birikiminin kitlelere ulaşmasını sağladı.
Roman ve öykü de burjuvazinin yükselişiyle edebiyatın zirvesine oturdu. Romanın yükselişi ve şiirin düşüşü benzer bir döneme denk gelir. Nesir, nazımın sırtını yere çaldı. Satır, dizeye galip geldi. Şiirin etkisi bitmedi elbette ama burjuvazinin yükselişi, düzyazıyı öne çıkardı. Önceden hem sözlü gelenek hem de yazılı gelenek daha çok şiir türünde karşımıza çıkıyordu. Destanlar bile dizelerle anlatılıyordu.
DOĞULU ROMANDAN BATILI TARZDA ROMANA
Burjuva dönem öncesi roman yoktu diyemeyiz. Ama yalnızca düzyazıyla yazılmadığı gerçeğine dikkat çekebiliriz. Romanın köklerini yine Doğu’da buluyoruz. Japonya’da Murasaki Shikibu'nun eseri Genji'nin Hikâyesi ile 11. yüzyılın başlarına kadar uzanan roman, Doğu’da nazım-nesir karışık bir seyir izledi. Endülüs’e kadar uzanan bu biçim, genelde alegoriktir. Mesneviler, Leyla İle Mecnun, Kerem ile Aslı, Fuzûli’nin Hadikat’üs Süedası, İbn-i Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı… Özü bakımından romandır. Daha çok artırabileceğimiz bu örneklerin yanı sıra az da olsa sadece düzyazı ile yazılmış eserler görürüz. Endülüslü İbn Tüfeyl tarafından yazılan Hayy bin Yakzan bu açıdan önemlidir.
Batılı tarzda ilk roman olan Cervantes’in Don Kişot’unun Endülüs coğrafyasında ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Cervantes’in dayandığı kültürel birikime işaret eder. Yine Dante, Boccaccio, Ariosto gibi yazarların İtalya’da eserler vermesi, buradaki imparatorluk ve kültür geleneğinden ayrı düşünülemez.
DUVARLARI YIKANLAR
Hümanizmle gelişen roman hem toplumları anlamayı kolaylaştırdı hem de bireyin dehlizlerine girdi. Bugün tarih, sosyoloji, psikoloji gibi alanların kaynaklarından biri haline geldi. Toplumsal değişim ve dönüşümlerin insana etkisini romanlara bakarak derinlemesine anlayabiliyoruz. Yine “klasikler” aracılığıyla insanın yerelden ve gelenekselden evrenselliğe ilerleyişini çarpıcı biçimde görebiliyoruz. Victor Hugo’lardan Goethe’lere, Emile Zola’lardan Dostoyevskilere, John Steinbeck’lerden Tolstoy’lara kadar adını sayamayacağımız nice büyük usta, insanı ve toplumu her yönüyle anlattı. Roman, modern dünyanın en etkili ve güçlü araçlarından oldu. Klasisizm, Romantizm, Gerçekçilik, Natüralizm, Parnasizm, Sembolizm gibi pek çok akım da, insanı, doğayı, toplumu farklı farklı ele alarak çeşitli yönleriyle işledi ve bir zenginlik olarak sundu bizlere. Doğrudur, Kür’ün deyimiyle birçok yazar, duvarları yıktı, yeni yollar açtı. Peki, Kür’ün dediği gibi Kafka son büyük çıkış yapan kişi miydi? Yoksa Kafka yükselişi mi bitirdi?
KAFKA İNSANI NASIL SÜRGÜNE YOLLADI
Kafka özellikle gerçekçi ve toplumsal gerçekçiliğin karşıtlarının baş tacı yaptığı bir isim. Kafka’da bilinçaltı kutsanmıştır. Hayal, gerçeğe çalım atmıştır. Çünkü Kafka’ya göre gerçek dünya, bürokrasiden ibarettir. Kendi anlamsız yasaları altında işleyen bir mekanizmadır. Fakat Kafka’da iddia edildiği gibi bu bürokrasinin insan üzerindeki etkileri yalnızca bireyle sınırlıdır. Sömürünün eleştirisi, yabancılaşma gibi kavramlar yoktur. Bunu Kafka’yı bir estetik devrim olarak gören ve Kafka’dan önce hayal gücünde böylesi bir yoğunluk düşünülemeyeceğini belirten Milan Kundera da tespit etmektedir:
“Kafka'nın romanları endüstri toplumunun, sömürünün, yabancılaşmanın, burjuva ahlakının, kısacası kapitalizmin bir eleştirisi gibi açıklanmaya çalışılmıştır. Ama Kafka'nın dünyasında kapitalizmi oluşturan hemen hemen hiçbir şeye rastlanmaz: Ne para ve paranın gücü, ne ticaret, ne mülkiyet ve mülk sahipleri, ne de sınıf kavgası vardır.(2)
Kafka bilinçaltını öne çıkararak sadece gerçeğe çalım atmaz. Aynı zamanda böcekle insana da çalım atmıştır. Dönüşüm eseriyle artık romanın konusu insan olmaktan çıkmıştır. Kafka insanı romandan sürgüne yollamış, büyük duvarları yıkmak şöyle dursun, insanı roman duvarlarının dışına hapsetmiştir. Romanı böcekleştirmiştir. Yani romanın düşüşünün başlangıcı Kafka’dır.
KAFKA’DAN SONRASI TUFAN
Kapitalizmin emperyalistleşmesi, insanı doğrudan zincirlemiştir. Bu köleleştirme, kültürel araçlarla yürütülmüştür. Tekelci sistem, aklı, gerçeği hedef almış, insanı toplumun kıyısına köşesine sürmüştür. Edebiyatta bunun yansıması da, gerçek yerine gerçeküstünün öne çıkarılması olmuştur. Kafka’yla sembolleşen gerçeküstücülük, zincirleme bir halka olarak günümüzü ulaşır: “Sürrealizm>Dadaizm>Varoluşçuluk>Postmodernizm>Posthümanizm.”
Böcekler, çiftlikteki hayvanlar, makineler, robotlar… Artık romanın konusu insandan çok, bunlar etrafından örülmeye başlanmıştır. Özellikle postmodern çağda gerçeklik ve insan başdüşman ilan edilmiştir. Ve Post-Truht yani Gerçek Sonrası ile artık insan sadece biyolojik bir virüs olarak görülmeye başlanmıştır.
TARİHİN Mİ SONU ROMAN TARİHİNİN Mİ SONU?
Tekelci dönem özellikle 1990’lardan sonra kendini dünyanın hâkimi sandı. Sovyetler Birliğinin çöküşüyle bir tarihin sonu tezleri ortaya atıldı. Benzer bir kavram edebiyatta tezin sahibi Fukuyamalardan önce karşılık buldu. Milan Kundera, roman tarihinin sonu geldiğini iddia ediyordu. Kundera’ya göre gerçekçi romanlar, totaliter gerçekliğe hizmet eder: “Göreceliği kuşkuyu, sorgulamayı tanımaz ve bu yüzden benim romanın ruhu diyeceğim şeyle asla uzlaşamaz.” Kundera sözlerine şöyle devam eder: “Ama Komünist Rusya'da çok büyük tirajlara ulaşan ve büyük başarı kazanan yüzlerce ve binlerce roman yayımlanmıyor mu? Evet ama bu romanlar artık varlığı fethetmemektedirler. Varoluşla ilgili yeni denebilecek en küçük bir kırıntı dahi keşfetmiyorlar; sadece, daha önce söylenmiş olanları doğruluyorlar, dahası; var olma nedenleri, zaferleri, kendilerine ait topluma yararlılıkları, söylenenin (söylenmesi gerekenin) doğrulanmasından ibaret. Hiçbir şey keşfetmedikleri için, benim roman tarihi dediğim, keşifler zincirinin sürekliliğine katılmıyorlar; onlar bu tarihin dışında yer alıyorlar ya da başka bir deyişle bunlar, roman tarihinin sonundan sonraki romanlar.”(3)
Kundera’ya göre de keşfedilmeyeni keşfetmek ve roman olarak ilerlemenin tek yolu vardır. “Dünyanın ilerlemesine karşı olmak.”(4) İşte tam burada romanın kaderi ilerlemenin, bilimin, yeninin, keşfin karşısına dikilmekle eşleştirilmiştir. Kafka, Kundera ve benzerleri, romanı insanın ve dünyanın gelişiminin karşısına dikmişlerdir.
UMUT YENİDEN ROMANIN DOĞDUĞU TOPRAKLARDA
Aslında Pınar Kür’ün dediği tam bu noktaya oturuyor. Bu sadece dünyaya özgü bir tartışma değil. Bizim edebiyatımızda özellikle 1980’den sonra görülen ve Yalçın Küçük’ün “Küfür romanları” olarak adlandırdığı romanlar, sınıfsız, insansız, bireyci, gerçeklikten kopuk bir moda yarattı. Romanların konu ve biçim bakımından niteliğinin düştüğünü tespit etmeliyiz. Bu doğru. Fakat bu Kafka ile başlayan, Kunderalar ile devam eden ve bizde de 1980 sonrası karşılığını bulan bir edebiyatın yansımasından başka bir şey de değildi. Fakat başta da söyledik. Roman, hümanizmanın çocuğudur. İnsan faaliyetinin doruklarından bir tanesidir. İnsanlık var oldukça ve insanlık adına mücadeleler sürdükçe, roman duvarları yıkmayı sürdürecek. Yeni, özgün biçimleri ortaya çıkmaya devam edecek.
İnsanlık bugün tarihi dönüm noktalarından birini yaşıyor. Emperyalist sistem kültürü her koldan çürütmeye çalışıyor. Ancak umut yeniden romanın doğduğu topraklardan, doğudan yeşeriyor. Kamucu, paylaşımcı, elsever bir kültürün filizlendiğini görüyoruz. Bunun da edebiyatta bir karşılığı olacak. Kafka’lardan itiberen kurulan ve bugün gerçek ötesi ile posthümanist yapıya bürünen bu sınıfsız, insansız edebiyat duvarları yıkılacak. Yeni, sarsıcı ve gürül gürül eserler gelecek.
DİPNOTLAR:
(1) Türk edebiyatının usta kalemi Pınar Kür: Kafka’dan sonra bitti bu iş, Hürriyet, 24.06.2024;
(2) Milan Kundera, Roman Sanatı, Can Yayınları, İstanbul, 2002, s. 105.
(3) A.g.e, s. 25. (4) A.g.e, s. 30.