Saat 12’ye 5 var
Başkanımız Aziz Yıldırım zaman zaman soyunma odalarına giderek futbolculara hatta karşı takım oyuncularına veya federasyon görevlilerine ayar veriyor. Bu nedenle de gelmiş geçmiş başkanlar arasında bir ilki gerçekleştiriyor ve bu yüzden zaman zaman ceza alıyordu. Oysa ki arkasında onu idol sayan büyük bir kitle var. Bence yaptığı iş doğru değil. Bu olaylar sonucunda rakipler tarafından kendi düşünce istikametlerinde yorumlar da yapıyorlar. Bu da bir gerçek. Başkan neden bu şekilde davranıyor bilemiyoruz. Peki başkan bizim soyunma odasına girip futbolculara ayar verirken milyon avro verilen yabancı teknik direktörler ne yapıyorlar bilemiyoruz. Sanırım bir korkuluk gibi sessiz sedasız kalıp tepki göstermiyor. Benim anlamadığım bir nokta var. Bir kulüp hem kurumsallaşacak, demokrat olacak hem de tepeden idare edilecek. Böyle bir şey olamaz. Bence başkanın yeri Fenerbahçe soyunma odaları değil basın tribününde ki görkemli koltuğudur.Fenerbahçe tarihine şimdiye dek 34 başkan gelmiş. Bunların aşağı yukarı yarısını tanırım. Hatta birkaç tanesinin de başkan seçilmesinde büyük rolüm olmuştur... Bunların hiçbirinin soyunma odasına gelerek futbolculara ayar verdiğini hatırlamıyorum. Bir keresinde hatırladığım bir olay var. Fenerbahçe Saraçoğlu Stadı’nda bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı oynadık ve 2-0 kazandık. Gollerin bir tanesini ben attım. Maç sonrası ismi adeta Fenerbahçe ile bütünleşmiş Başkan Zeki Rıza Sporel’in soyunma odasına doğru geldiğini gördüm. Soyunma odasının tam da kapısında beni gördü. Bu günkü gibi başkanların galibiyetlerde futbolcuyu havaya çıkartmak, onların boynuna sarılıp tebrik etmek gibi bir adetleri yoktu. Bana sadece “Afeyim Afeyim” dedi. Çünkü biraz peltek konuşurdu. Tebrik etti ve ensemi sıvazladı. Bunun dışında da soyunma odasına gelen başka bir başkan görmedim.Bir başka olay da ilginçtir. Yıl 1950 Fenerbahçe Kulübü Başkanı Demokrat Parti Haysiyet Divanı Başkanı Osman Kavrakoğlu’ydu. Kulüp başkanı ve Rize milletvekiliydi... Ceberut bir adamdı. Ben takım kaptanıydım. Antrenörümüz Peter Molley’di. Kendisi İskoç. Biraz İngilizce bildiğim için beraber gezip aynı odada kalıyorduk. Maç öncesi Kavrakoğlu sevdiği bir futbolcuya da takım kadrosuna alarak elinde bir listeyle geldi. Odamızın kapısını çalarak antrenöre bu listeyi uzattı. Molley bunu görünce kan beynine sıçradı. Ve Başkana hitaben ‘’Var ben antrenör yok sen antrenör’’. Türkçe bilmediği için bunları söyleyebilmişti. Yani sen antrenör değilsin ben antrenörüm demişti. Başkan odayı terk etti. Peter Molley ise bana bak Halit ben başkanının verdiği takıma itiraz etmeseydim belki birkaç yıl daha bu takımda kalırdım. Ama ben bir İskoç’um, bunu yapamam demişti. İşte böyle de mesleki onurunu zedeletmeyen teknik direktörlerde vardı ve olacaktır da...Benim çok önem verdiğim başka bir olay daha var. Yıl 1963-1964, ben Fenerbahçe takımının teknik direktörüydüm o tarihte. Kulüp başkanımız İsmet Uluğ. Çok sevilen, kulüp içinde kahraman sayılan ulusal savaşa katılmış olan, çok otoriter ve ilke sahibi bir insandı. Takımımızda da, değil Türkiye’nin belki de dünyanın çok iyi tanıdığı Lefter Küçükandoyadis vardı. Avrupa’da futbol oynamış ve Atina’ya dönmüştü. Şampiyon olabilmek için onu da Atina’dan İstanbul’a getirmişti... Ne var ki takımda Lefter, Fenerbahçe’ye Beşiktaş Kulübünden transfer edilmiş Senol ve Birol’un 90 biner lira almasını kıskanmış ve takımda sorunlar yaratmaya başlamıştı. Aralarında gizli sürtüşmeler başlamıştı. Bu sürtüşmenin takıma zarar verebileceğini düşündüm. O yıl maarif mükafatı maçlarında İzmir’in Altay takımıyla oynayacaktık. Kadıköy Riviera Oteli’nde kamp yapıyorduk. Lefter’i takıma koymak veya koymamak arasında ikilem içindeydim. Kararımı verdim ve maça 1 gün kala Lefter’i kadro dışı bıraktım. Hemen İsmet Uluğ beni telefonla arayarak “Bu büyük bir sorumluluk, bunu yapamazsın, Lefter’i kadroya al dedi. Ben ise ona İsmet Ağabey sen bunu bana söylememiş ol. Çünkü saat artık 12’ye 5 var” dedim. Basın ve bazı kimseler bu duruma tepki verdiler. Nasıl olur Lefter’le hem arkadaşsın hem de aynı takımda oynadın diye tepki verdiler... Ben de onlara ben hiçbir zaman arkadaşlığa dayanan yönetimlerin başarılı olamayacağını düşünürüm ve taviz vermem demiştim. Sonuç olarak da Leftersiz kadro ile Altay takımını yenip şampiyon olmuştuk...
Fenerbahçe-Galatasaray ruhuYıllar yılı Fenerbahçe takımında top koşturdum. Galatasaray’la oynadığımız maçlardaki psikolojiyi çok iyi bilirim. Bu derbi maçlarından önce yapılan yorumların ve de varsayımların hiçbir önemi yoktur. İşte kanıtı bu hafta Fenerbahçe ilk yarıda sanki kedi yumakla oynar gibi Galatasaray’la oynadı... Bir çok gol pozisyonuna girdi. Ancak bu pozisyonlardan sadece bir tanesini gole çevirdi. Galatasaray ise oyun süresince değil iyi oynamak Fenerbahçe kalesine doğru dürüst şut atamadı. Ne var ki oyunun sonlarında umut edilmeyen 1 gol kazandı. Bu derbilerde kimseyi suçlamamak gerekir. Futbolcuların ayaklarıyla kafaları bir ahenk içinde çalışamaz. Bizim kuşakta dillerden düşmeyen bir slogan vardı. Bu takımların bir ruhla oynadığı Fenerbahçe ruhu veya Galatasaray ruhu denirdi. Doğrumuydu? Bence ye doğruya yakın bir doğruydu ama bu bizim bağrımızda yetişen futbolcular için söz konusuydu. Şimdilerde bu Fenerbahçe veya Galatasaray ruhunu pek hissedemiyoruz. Neredeyse takımlar 11 oyuncusunu dünyanın bir çok ülkelerinden getirdikleri futbolcularla oluşturuyorlar. Ve bunlarda nasıl bir Fenerbahçe-Galatasaray ruhu olabilir ki? Onlar için önemli olan alacakları avrolar.Bununla birlikte alıştığımız Fenerbahçe-Galatasaray derbilerinden biraz farklıydı. Genel olarak futbolcular topla oynadılar, birbirlerine kasti hareketlerde bulunmadılar. En güzel tarafı da olaysız bir derbi seyrettik ama futbol kalitesi açısından vasat bir derbiydi. İki takımı da kutlamak gerekir.