Safâca mısın Aralık!
Ahmed Paşa zarif adam, Osmanlı eliti. Ecdat. Pastanın kaymağını yiyenlerden. Devlette yüksek mevkilere gelmiş. Şair hem de. Devlette yüksek mevkili adam şair mi olur deme! Oluyor demek. Kimler şair olur diye reçete yok. Hayat karmaşık. Ted Hughes misal, bir “poet laureate” yani saray şairi. Herhalde Hughes’a yeteneksiz oğlan, şair değil denemez herhalde!
Ahmed Paşa diyordum, devrinin tüm büyük olaylarına, İstanbul’un fethine bile tanık olmuş. Fakat bunlardan birine dair tek şiiri yok. Devri, umurunda değil. Umursamak zorunda mı? Bilmem. Herkes aynı mı olmalı? Bak aydının tanımı, formülü var. Ama sanatçı kalıba sığmayan biri. Yazmamış adam. Yazsa ne olacak hem, belki de anlaşılacağını düşünmedi. Yunus Emre “mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi” diyerek paraya önem vermediğini söyledi. Ülkenin “en azından şimdilik” en yüksek banknotunun üzerinde resmi var adamın!
Doktordan şair olur mu peki, izin var mı! Gottfried Benn olmuş işte! Charlottenberg’deki morgda, bir yılda iki yüz doksan yedi cesetle çalıştıktan sonra yazdığı Morgue adlı kitabında, Kleine Aster adlı şiirinde, masadaki cesedi kesip biçmeyi detaylıca anlatır. Olmaz mı? Olmaz dediğinle kaldın, olmuş. Hayatın şaire ne hazırlayacağı belli değil, insan o yüzden şair olur. Hesse’ye bak ne diyor: “Şair olundu mu bir kez, geri dönüşü yoktur...”
Neyse döneyim paşaya; bir şiirinde şöyle der: “Eyâ perî nicesin hoş musun safâca mısın / Gel a beri nicesin hoş musun safâca mısın” Peri - beri seslerine dikkat. Bir şey anlatıyor, tam nasıl anlattığı belirsiz, sisler arasında sakal sıvazlarken 15. yüzyılın diliyle hoş musun, safâca mısın diye soruyor. Soracaktır. Başka bilmiyor. Ben de öyle soruyorum aralık ayına. Cemal Süreya’nın, Ziya Osman’a söylediği gibi, günün birinde trafik kazasına kurban gidecek bir dayı aralık; üç kere evlenip boşanmış, tüm parayı kumara gömmüş! En sevmediğim ay. Karanfil Sokağı’nda Ahmed Arif de sevmez. Ne yalan diyeyim, ben de bahara vurgunum, son ilk fark etmez; son, bazen ilk zaten.
Soğuk, buzdan kılıç aralık. Bir romanın son sayfasından geçercesine ışıklı, cicili çamlar geçiyor arabanın penceresinden... Tebrik kartları var, atılmamış, simli, yıldızlı. Bir zamanlar, çok önceleri, e-postalar yokken pul defterleri, mürekkepler, gözyaşlarıyla ıslanmış mektuplar. Ak sayfalar gibi sıcak salep, saman kâğıdının lekelerince tarçın, küçük akşam güneşleridir leblebiler, kaymağın üzerinde; Nar ile birlikte içiyoruz Vefa’da, mermer masalar, ah aralık! Sabahlarımız karanlık, akşam işten çıkınca yine öyle. Zor. Iğdır’da bir ilçe Aralık, Ermenistan’a kıyı. Vedat Sakman’ın harika ve az bilinen şarkısı: “Akşam çayı demleyip seninle biraz konuşmak istedim / odanı toplayıp burkulan bileğini sarabilirdim.”
Latince december (decem onuncu, desimetreden bileceksin) halk karakış da der ama kış bembeyaz. Antik Yunan takvimini, 365 günlük güneş takvimine eşitlemek için, her iki üç yılda bir ikinci Poseideon denilen bir kış ayı daha gerekmiş takvime, aralık işte. Tabakta, üzerine limon sıkılmış, rendelemiş havuçla turp. Turpun beyazında güneşçe parlayan zeytinyağı, kenarında bebe yanağı kırmızısı sonra. Balık ayıdır aralık; tekiri sevgilim sever, uskumruyu ben, lüferi herhalde herkes sever. Fakat niye aralık derler: İki bayramı (Hicri takvimde şevval ve zilhicceyi), iki mevsimi (güzle baharı), iki yılı birbirinden ayırır. 1820’yi, 1822’den mesela. 1821’in Aralık 12’sinde de Flaubert doğar zaten. O da yazıdan başka şeyle hiç ilgilenmemiş. Tutkunu olduğu o saf dili aramış. Öyle yazar olmaz mı dersin. Deme. İki asırdır Flaubert’i anıyoruz.
Aralık, müzikte iki notanın birbirine uzaklığı. O halde belki kış, bir müzik parçası, mesela Schubert. Yirmi biri oldu mu en uzun gece, derken gün yine gecenin önünde. Her şeyin sonu, zamanı var böyle! Kalın kazaklar, koyu paltolar, seni özlemeler zamanı. Güzel koksun diye artık atkılara kolonya dökülür, evde portakal çiçeği kolonyam var, bir şiirimde de mavi leylak kolonyasını yazmıştım, biliyorum öyle bir kolonya yok ama yazmıştım; oluverdi şiire girince. Sonra çırılçıplak ağaçlar aralık, dallar çırıl, gövdeler çıplak, çiçekçi bile bulamazsın sokaklarda. Paltolar, dumanlı, ıslak.
Saatlerle oynayınca zamana dokunurum sanan çocuk aralık. Vaktinde gelmeyen otobüse binince dışarının soğuğunu hafifleten insan sıcağı. Gece kim bilir nerede uzak bir plak; ayaz, çarpan kapılar otel koridorlarında, bitimsiz rüyalar, kareli, damalı battaniye, açık kalmış televizyon ışığı sızıyor sokaklara; mandalina kabukları, şiir defteri, balerinli müzik kutusu aralık. Karda gizli lacivert, çok eskiden giydiğim kadife pantolon, koltukta uyuya kalmak...
Hoş musun, safâca mısın diye soruyorum sana aralık, Ahmet Paşa gibiyim fakat yüksek mevki falan boş işe bana kalırsa. Aramıza iyi ki geldin, lütfen çabucak ayrılalım. Sen gidince ocak, şubat var daha ama bana öyle geliyor ki bahar yakın. Tabii, biraz daha yakın. Hadi, sana iyi günler, kapım yarı aralık...