25 Aralık 2024 Çarşamba
İstanbul 12°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Sahi, kirlenme nereden başlar?

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

“Bu toplum bundan böyle yalnızca kesin

olmayan, aydınlatılması mümkün olmayan

olaylar yaratmaktadır.”

Jean Baudrillard

Sanırım söze şuradan başlamalı ilkten: kötülük nasıl bir şey, nerede yuvalanır, bir virüse dönüşür…

Her ne kadar asıl faşizmin iki insan arasındaki ilişkide olduğunu (evliliği kastederek) söylese de Ingeborg Bachmann, bunun kötülük tanımını biraz daha açmalı sanki!

Yıkıcılık evet!

Yıkıp yok etmek, gözünü karartma eylemi. Hınç, öfke, günah keçisi yaratma.

Toplum olarak şu ân geldiğimiz yer sanki burası. Bir son durak edası. Elinize verilen sihirli bir oyuncağı evirip çevirip hazla kullanmak. Nereye nasıl yansır, ne olur biter umursamadan savurup durma.

Sahi kirlenme nereden başlar? Çürümenin bir mutasyon olduğunu bilen bilir. Özcesi siyasal yozlaşma diyoruz, bunun her şeyin nedeni olduğunu göstererek. Hiç de yabana atılası değil. Ama gene de bir toplumda adalet vicdan duygusu giderek eksiliyorsa, arızanın daha başka nedenlerine bakmamız gerekir.

Düne kadar her türlü kirlilik, çürüme, yozlaşma, yalan, hırsızlık karşısında susanlar bir ânda inlerinden çıkarak, adeta “sessiz yığınların sesi” olma edasına bürünüyorlar.

Öyle ya, gösteri toplumu. Parsadan pay almak zamanı gelmiş demek. Bir zamanlar “yetmez ama evet”çiydiler, şimdi ise kurban/mağdur arasında işaret fişeği!

Sonra, haksız mıydı şairimiz yıllar önce sesini yükseltmede:

“Kendi kendine çalan bir davul zurna

Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan” (Ece Ayhan)

Öyleyse toplayın tüm aveneleri gidiyoruz Valde Atik’e!

Nidamız ise şu olmalı, şairden:

“Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler” Yol verin demek yerine, yol bulan olmalı adı bunun. Öyle ya, şahlar mat olmayı sevmez. Zaman zaman derim şunu: Öyle birine öfkelen ki değsin, sev ki öyle birini hayatını adamanın bir anlamı olsun.

Gün gün öldürüyorlar sevmeyi. Boşuna söylemiyordu Flaubert; “Duygusal Eğitim’i yazdım ki, insanlar sevmeyi öğrensin, kendilerini duygu eğitiminden geçirsin…”

Nice sonra yazdığından dolayı suçlanıp mahkemeye çıkan Nabokov yargıça şunu dememiş miydi:

“Hayır, yanılıyorsunuz Lolita’yı aileleri uyarmak için yazdım!”

Ah, şu Jean Jenet “serseri”sine ne demeli? Yalancı, hırsız, ipe sapa gelmez berduşa! Jean-Paul Sartré az çekmemiştir ondan. Edebiyatın bayrağını dik tutmak adına siper etmiştir sözcüklerini.

Celine, Hamsun’a, Ezra Pound’a ne demeli şimdi!

Evet, çağ değişti! Yargısız infazlar yalnızca beyaz torosların işi değil bu ülkede. Ne çok heveslisi varmış “vurun abalıya” demek için sıraya girmek isteyenlerin…

“Hadi ordan, ay karanlık,” diyesi geliyor insanın.

Sahi, bu ayrımcılık neden? Bu bilgisizlik çağının hüneri mi yoksa? Vicdan, ahlâk hangi sözün ölçüsü…

Onca acı, kıyım kırım varken, dönüp bakmadınız bile hiçbirine. Ama yalan sözün erbabı olmak için sıraya girdiniz.

İsterseniz gelin yeniden okuyalım Montesquieu’yü:

“İnsanlar yozlaşır, despotizme alışırlar.”

Ve gözleri de çürümeye kapanır, kanıksarlar her bir şeyi. İnanırlar yalanlara. Önüne geçtiklerini sanırlar yalanlarıyla. Oysa bilmeli ki karanlık çökerken herkes kalır onun gölgesinde.

Sahi, Michael Haneke Beyaz Bant filminde ne anlatıyordu?

Gelin isterseniz kendisine sorulan soruya verdiği yanıtı birlikte okuyalım, bakın asıl faşizm/sevgisizlik/hınç nereden başlayıp gelip akıyor hayatımıza:

“Suçluluk duygusu çalışmalarınızda temel bir tema. Adıyla suçluluktan özgürleşmeyi çağrıştıran Beyaz Bant, özellikle de çoğunlukla suçluluk ve masumiyet arasındaki etkileşimi konu ediniyor…

Çocukların masum olduğunu düşünmüyorum. Çocuklar masum değil, naifler ve denileni olduğu gibi öğreniyorlar. Bir şeyi kelime kelimesine kabul etmeniz tehlikeli olabilir. Siyasetçilerin ve kötü yazarların bize anlattığının tersine dünya iyi veya kötüye bölünmemiştir. Belli türdeki filmler kendilerini öyle yaşatır, sonunda başımıza kötü hiçbir şeyin gelemeyeceğini temin eder. Gerçekte ise işler farklıdır ve ben de çelişkili gerçekliği incelemek için elimden geleni yapıyorum. Çocuklar ne tamamıyla masum ne de canavardır; hepimiz gibi onlar da ortada bir yerdedir.” (Çev. : Tolga Er)

Şimdilerde alıp başını giden ayrımcılık, linç anlayışı tuhaf gelmiyor bana! Hele hele şu “yargısız infaz” bayrağını çekenlere ne demeli?

Dinleyin sözü olanı, sonra yorumunuzu yapın. Kötülük, insan olanın, vicdanlı birinin hiç kimseye istemeyeceği bir şeydir.

Şunu da unutmamalı ama, ne diyordu Coco Chanel:

"Moda geçer, stil kalır."

Galiba kötülük de bir moda şimdilerde!

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları