Sana dokunmayan İsrail bin mi yaşasın?
Singapur’daki kibrit kutusu büyüklüğünde, ama Manhattan fiyatlı otel odasında, 39 derece ateşle yatarken, “kısa” bir yazı yazmam gerek bu hafta. Sağ olsunlar bazı okuyucularımız, yazılarımızın fazla uzun olduğunu, okunmasının bu nedenle zor olduğunu ifade ettiler. Onlara bu samimi uyarıları için, gerçekten şükranlarımı sunmak isterim.
Bu eleştiri üzerine, eski yazılarıma bir göz attım ve iki daktilo sayfasını geçen hemen hiçbir yazım olmadığını da fark ettim. Yani, dünyada olayların roket hızıyla yola devam ettiği bir zamanda, bir haftanın olan-bitenini analiz edip, fikir beyan etmek için sadece iki sayfalık bir yerimiz ve zamanımız var oluyor böylece.
Halbuki, böyle zamanlarda yazıyı yazanlar kadar, okuyanların da sabır ve dikkat süresinde biraz genişleme beklemek çok adaletli olur diye düşünmekteyim. Ama değişen zamanlara uyum sağlamak da bir fazilet ve görevimiz elbette.
KOCAMAN KİTAPLARDAN KIPKISACIK MAKALELERE
Kendi geçmişimize bakınca, basit bir konuyu bile anlamak için kocaman kitapları keyifle devirdiğimizi hatırlıyorum. Hele de Mersin’in 40 dereceye varan sıcağı altında, klimalı günlerin henüz keşfedilmediği Temmuz sıcaklarında bile, palmiye ağaçlarının gölgesini takip ederek Lenin’in Emperyalizm kitabını, arkadaşlarla beraber üç-dört günde okuyup bitirdiğimizi ve hatta üzerinde tartıştığımızı da biliyorum.
Ama zamanlar değişti elbette. Bilim adamları, insanların “attention span=dikkat süresinin” iyice kısaldığını belirtip duruyorlar ya. Bir bildikleri vardır herhalde! Aslında, aynı bilim adamları, nasıl ederiz de insanların “attention span=dikkat süresini” daha da kısaltabiliriz konusunda da milyon dolarlık ayrı bir çalışma yapmaktalar büyük ihtimalle. Ama o da apayrı bir konu.
Öyleyse bu girişten sonra bu haftaki daha kısa yazımıza başlayalım.
GAZZE Mİ, LÜBNAN MI? O NE Kİ, O?
Singapur’un orta yerinde durup, 360 derece gözlem yaptık ciddi olarak. İnsanların kendilerinden 10 bin 978 kilometre ötelerdeki Lübnan ve Gazze’de, İsrail ve ABD’nin çıkardığı ve genişlettiği yangına nasıl baktıklarını merak etmekteydik.
Ne de olsa Güneydoğu Asya’nın Las Vegas’ı olan bu küçük şehir devletine, her gün tüm çevre ülkelerden on binlerce turist gelmekte. Ama çok dikkat ile bakmamıza ve belli bir ipucu elde etmeye çalışmamıza rağmen, insanların Lübnan ve Gazze’de olan bitene hiç de “bakmadıklarının” farkına vardık.
Herkes büyük bir “lay lay lom” havasında, selfie pozlarının peşinde, bir o köşede bir bu köşede en güzel hallerini kaydetmekle meşguller. Singapur’daki Batılı beyaz turistlerin ne düşündüklerini zaten merak bile etmiyorduk, çünkü onların ne düşündüğü, bir türlü yekûn teşkil edemiyor zaten kendi hükümetleri için.
Baksanıza, Fransızlar Macron’a, Almanlar Scholz’a, İngilizler Starmer’e o kadar da ciddi şekilde uyarılar veremiyorlar bir türlü. Böylece Gazze ve Lübnan’da akan kana bir bakıma ortak haline geliyorlar.
İNSANLIĞIN ARIZALANMIŞ HAFIZASI
Ama Singapur’un çevresindeki ülkelerden gelenler için, durum farklı olmalı diye düşünmekteydik. Çünkü Endonezya da Vietnam da Kamboçya da Filipinler de Hindistan da hem de çok yakın tarihlerinde, bahsettiğimiz Batı sömürgeci emperyalistlerinin uzun süren kurbanları olmuşlardı ve kanlarını dökerek kurtulabilmişlerdi bu zalimlerin elinden.
Onların tepkilerinin Avrupalılarınkinden çok daha farklı olacağını düşünürken, o kadar da değişik olmadıklarına üzülerek şahit olduk. Demek ki “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen atalarımızın sözünde bir hikmet varmış.
Küreselleşen bu yeni dünya düzeninde, hemen hemen her yeni teknolojik icat, küresel çapta insanoğullarının zihinsel köleleştirilmesinin bir aracı olarak ortaya çıkarıldı. Bunu, beş senemizi verdiğimiz Silikon Vadisindeki bilgisayar programcılığı günlerimizden de hatırlamaktayız.
Böylece, Los Angeles sokaklarından Singapur caddelerine kadar, ellerinde selfie fotoğraf çekmeye ayarlanmış telefonları ile milyarlarca insan, bir delilik ırmağı içinde koşturup durmaktalar.
Bırakınız 10 bin kilometre ötelerdeki, adını bile telaffuz edemedikleri Gazze veya Lübnan’ın yok edilmesini, kendi caddelerinde ömür geçiren 66 bin evsize karşı bile, yüreklerinde titreyecek bir tel kalmamış hale getirildiler, Los Angeles’tekiler gibi.
YUNUS VE NAZIM’IN BULUŞTUĞU HÜMANİZM NEHİRİ
Biz ise, üstümüze yüklenmiş bir kutsal vazife imiş gibi, verdiğimiz her konserde, mutlaka sevgili milli şairimiz Nazım Hikmet’in “Hiroşimalı Kız Çocuğu” şiirini okuyup şarkısını söyleyip dururuz.
Üstelikte te son on senedir, aynen dün Singapur’un Esplanade konser salonunda olduğu gibi! Bizim konserlerimizin ana teması, Türk geleneksel tasavvuf kültürü olmasına rağmen, Yunus Emre’lerin, Niyazi Mısri’lerin ilahilerinin ve nefeslerinin orta yerinde, sosyalist bir Nazım Hikmet şiirinin ve şarkısının neden yer alabildiğini, şimdiye dek hiçbir seyirci sormadı bile.
Bu çok ilginç bir insanlık tepkisidir bizce. Çünkü Yunus’u, Niyazi’yi hiç bilmeyen seyirci bile, onların derin evrenselciliği ve hümanizmi ile, Nazım Hikmet’in başka bir kaynaktan çıkan ama aynı hümanist nehirde buluşan seslerinin benzerliğini, hemen fark etmekteydiler ve ondan dolayı hiç sormayı gerek görmediler:
“Kapıları çalan benim, Kapıları birer birer,
Gözünüze görünemem, Göze görünmez ölüler”
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, düşüncelerimizi daha kısa ifade etmeye çalışacağız artık. Bunun okunurlukta ne derece önemi olduğunu önümüzdeki günlerde anlarız herhalde. Aslında, okurlarımızdan en az bir kısmı bari, okur sorumluluğu ve bilinci altında, bu konudaki düşüncelerini yukardaki e-posta adresimize yazıverirse, müteşekkir oluruz, çok işe yarar. Şimdiden teşekkürler.