Savaşın öbür yüzü
Arkeoloji dünyasında, bir bakıma “medeniyetlerin beşiği” olarak tanımlanan Mezopotamya ve civarındaki savaş, onun kaçınılmaz yaptığı, ölümler, vahşet, göç ve yıkımlar acı bir gerçeği de gözler önüne seriyor. Ama ne var ki bu acı gerçek; yaşanılan -ve belki de uzun süre yaşanacak- bu süreç içinde, gereği gibi kabul görmediği gibi, biraz da üstü kapatılarak geçiştiriliyor. Her halde yok edilen geçmişten, tarihten söz ettiğimiz anlaşılmıştır.
Birçok filmde izlemiştik. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sırasında, birçok ülkeye ilk girenlerin, vurucu güçler değil de -ya da onlarla birlikte- sanat tarihi uzmanlarıyla arkeologlardan oluşan ve savaşı ganimete dönüştüren birliklerin var olduğunu. Türkiye’den Almanya’ya kaçırılan Troia hazineleriyle, Alman mimar Carl Humann’ın yine aynı ülkeye kaçırdığı Bergama’daki Zeus Sunağı’nın akıbeti de böyle olmamış mıydı? Savaş sırasında Almanların en hassas stratejik silah depolarında saklanan bu hazineler, sonrasında Ruslar tarafından yine savaş sırasında alınıp götürülmüş, sonrasında bir kısmı bir jest olarak iade edilmişti.
Ünlü bir arkeolog, savaş sırasında kaçırılarak kırk ülkeye dağılan Troia hazinesinin savaş sonrasındaki konumunu belirtmek için “bu eserler için ülkeler arasında öyle bir savaş olacak ki, Troialılarla Akhaların savaşı onun yanında bir piknik gezintisi kalacak” demişti. Gerçekten de öyle oldu. Bu, anavatanlarından, yani Anadolu’dan koparılarak kaçırılan eserlerin kavgası hala bir çok ülke arasında sürüyor ve daha uzun süre de süreceğe benziyor.
Günümüz savaşlarında da benzer durum, eskisinden daha acımasız ve daha geniş çaplı ve de çıkar odaklı sürdürülüyor. Afganistan, sonrasında Irak, Kuveyt, Libya, şimdilerde Suriye’de olanlar, neredeyse daha önce yapılanlara rahmet okutacak cinsten.
Geçtiğimiz aylarda IŞİD’in, insan gibi tarihi eserlere olan saygısı da, kan dondurucu görüntülerle ortaya çıktı. Suriye’deki çeşitli müzelere giren bu kişilerin, ellerindeki matkaplarla onca yıllık, eşi benzeri olmayan ve bir daha yerine konması olanaksız olan heykelleri nasıl, anlaşılmaz bir iştahla tahrip ettiklerine tanıklık ettik. Tıpkı Afganistan’daki ünlü tapınağın dinamitlenip yok edilmesi gibi...
TARİHİ ESERLERİ PAZARLIYORLAR!
Ama bu işin yalnızca görünen yanıydı. Ya görünmeyen yanı? IŞİD, bir yandan taşınmaz kültürel mirası parçalayıp yok ederken, öbür yandan da taşınabilir eserlerin pazarlamasına yönelerek bir gelir kaynağı elde etti. Yani bir yanda yok etmenin gösterişi, öbür yanda kendisine büyük gelirler sağlayan bir pazarlama taktiğine yönelmesi. (The Gardian’ın haberine göre Al-Nabuk bölgesinden çıkartılan eserlerden yalnızca 36 milyon dolar kazanıldı.) UNESCO, savaş antikaları adını verdikleri çatışmalı alanlardan kaçırılan tarihi eserlerin dünya çapında yıllık 2.2 milyar dolarlık bir yasa dışı piyasa oluşturduğunu belirtiyor.
Ama IŞİD bununla da yetinmiyor. Dahası önce kendi olanaklarıyla, sonrasında uzman kişilerle sistematik kazılara başlayarak, toprak altının eserlerini de dünya eser piyasasına sunuyor. Yani savaştığı kadar, tarihi eserlere de kendi çıkarları doğrultusunda büyük bir önem veriyor.
Peki, bu eserleri kim alıyor? Ya da bu eserler hangi yollardan geçip hangi ülkelerin müzelerine, antika tacirlerine, koleksiyoncularına ve de diğer alıcılarına gidiyor?
Bu sorunun yanıtını; British Museum, Louvre ya da bir başka Avrupa ve ABD müzelerin, görkemli vitrinlerinin içindeki eserlerin kökenlerine bakarak bulmak mümkün.
Böylesine bir savaşa kim dur diyebilir ki? Yalnızca ülkelerin geçmişleri, tarihi, bellekleri yok edilmiyor, onun da ötesinde onca kanın bulaştığı tarihi eserler, temizlenerek ünlü müzelerle koleksiyoncuların vitrinlerine konularak, sanat koruyuculuğu adı altında el değiştiriyor. Hem de kahrolası bir acımasızlık ve de bağışlanmayacak bir hoyratlıkla...