Şeker komasında bir ülke
“Tam bağımsızlık için şu genel kural vardır; milli egemenlik için bir kanun vardır. ‘Bugün de büyük bir zaferin mimarları olduğumuzu’ ifade ediyoruz. Bu noktada çok kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek mecburiyetindeyiz. Bu kadar büyük, bu kadar kutsal ve ulu hedefler yalnız kâğıt üzerinde prensiplerle ve kanun maddeleriyle ve sadece hırslarla, arzularla elde edilemez. Tam olarak gerçekleştirmek için tek kuvvet, hakiki en kuvvetli temel, ekonomidir. Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa elde edilen zaferler kalıcı olamaz ve sağlanan faydalı sonuçlardan yararlanabilmek için ekonomimizin, ekonomik egemenliğimizin güçlendirilmesi ve genişletilmesi lazımdır.” İşte asırlara meydan okuyan ölümsüz Önderimiz Atatürk meseleyi bu kadar özlü ve sade olarak özetlemiş...
EKONOMİK BAĞIMSIZLIK KİMİN UMRUNDA!
Ancak maalesef 1950’li yıllardan itibaren Batı denetimine giren Türkiye ekonomik bağımsızlığın önemini ve anlamını unutmaya başladı. Giderek bozulan ve milli vasfını kaybetmeye başlayan ekonomik sistem en büyük darbeyi Evren-Özal ikilisinden yedi. Cumhuriyet’in büyük bedellerle yarattığı ekonomik varlıklarımız yok pahasına ona buna satılmaya başladı. Devletin ekonomik süreçlerden tasfiye dönemi bir başarı gibi gösterildi. Bu süreci, “Son komünist devleti yıktık!” diyen Çiller zirveye çıkardı. Doğal olarak ulusal onur ve gurur duygusunu kaybedenler emperyalist Batı’nın Avrupa temsilcisi olan AB’nin ekonomik vesayeti altına girdiler. Bir sömürge antlaşması olan Gümrük Birliği imzalandı. Bu antlaşmanın özeti şudur: “Türkiye, AB’nin alacağı ekonomik kararlara uyacaktır. Ama masada oturup söz söyleme hakkı yoktur.” Daha da acı ve üzücü olan birbirleriyle her Allah’ın günü “yerlilik ve millilik” tartışması yapan TBMM’deki 4 partinin de “Gümrük Birliği Antlaşmasını” ilahi bir metinmiş gibi desteklemesidir.
MENFAAT ÖRGÜTLENMESİ
Türkiye’deki siyasi örgütlenmelerin asıl hedefi ülke içinde yaratılan ekonomik zenginliğin dağıtımında söz sahibi olmaktır. Deyim yerindeyse asli unsur menfaati paylaşmaktır. Bunun en güzel örneklerinden birisi de rahmetli Ecevit’in başkanlığında 57’nci Hükümeti kuran DSP, ANAP ve MHP’nin aralarında önce kamu bankalarını paylaşmalarıdır. Belki de her ülke için bu söylem geçerlidir. Ama yerleşik ve köklü ülkelerde devletin ve milletin de çıkarlarını gözeten bir düzen kurulmuştur. Türkiye’de ise Meclis’te bulunan partiler aynı zamanda çeşitli çıkar çevrelerinin temsilcisi durumundadır. Çünkü ister iktidarda olsun, ister muhalefette olsun siyasi partiler bu çevrelerin taleplerini gözeterek ayakta kalabileceklerini düşünmektedir. Her attıkları adımda bu çevrelerin çıkarlarını koruyup kollamakta, en azından dengelemektedir. Ayrıca bu çıkar gruplarının yurtdışı ekonomik bağlantılarının da iç siyaseti etkileyen bir faktör olduğu unutulmamalıdır.
AKP BİR SONUÇTUR
AKP, gerçekte 1945’li yıllarda başlayan karşı devrim ve Batı güdümüne girme süreçlerinin doğal bir sonucudur. AKP’den başka bir ürün çıksaydı, bu durum sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmelerle uyumlu olmazdı! Ekonomik anlamda bu o kadar öyledir ki TÜPRAŞ, TELEKOM gibi stratejik ekonomik kuruluşlar da dâhil olmak üzere Cumhuriyet’in ekonomik varlıklarının neredeyse tamamı satılmıştır. Ülkede devlete ait bir liman kalmamıştır. Kaynaklar taşa, toprağa, asfalta, betona, çimentoya gömülmüştür. Katma değer ve istihdam yaratan, teknolojik sıçramaya önem veren bir üretim politikası izlenmemiştir. Çevre kirlenmiş, şehirlerin dokusu bozulmuştur. Her yıl ortalama 50 milyar dolara ulaşan cari açığı ortadan kaldıracak hiçbir ciddi girişimde bulunulmamıştır. Bunun nedeni AKP’nin de TBMM’deki diğer partiler gibi bir düzen partisi olmasıdır. Cari açığı ortadan kaldıracak her ciddi girişim iç ve dış çıkar çevrelerinin tekerine çomak sokar. Bu ise iktidarı sarsacak dinamikleri harekete geçirebilir. Bu nedenle AKP, Türkiye’yi sömüren odaklarla uzlaşma yolunu seçmiştir. AKP şeker fabrikalarını satışa çıkararak kendisine yakışanı yapmıştır.