Selim İleri, merhaba
Bilirsin, sevgimizi sevdiklerimizle yan yana değilken söyleyebilen insanlarız. Tevfik Fikret’in deyişiyle “hep levsi riya, levsi haset, levsi teneffü” ile geçiyor ömrümüz yani ikiyüzlülüğün, hasedin, çıkarcılığın pisliğiyle. Arınıp hepsinden, Selim İleri’yi anlatacak, onca yılın borcunu, bir yazıyla ödemeye çalışacağım, karşılamaz ama...
Dostlukların Son Günü, 2001 baharında elimdeydi. Kitap, o vakit yirmi altı, ben yirmi dört yaşında, gençtik ikimiz de. Beylikdüzü’nde otururdum. İşe gidip gelirken otobüste hayranlıkla okurdum; zaten aşkla severim sevdiğim ne varsa. Çarpılmıştım; dil, o güne dek bildiklerimden başkaydı. (Aşk-ı Memnu’da bir cümleciktir “dostlukların son günü”; sonra fark edecektim.) İleri’den öğrendiklerim: Edebiyat dildir, bir; bayrak yarışıdır, iki. Hikâyeler nasıl incelikliydi. Benim de delice hikâye yazdığım o sıralar kitap fuarı henüz Arap işgaline uğramamış Taksim’den bizim oraya, Beylikdüzü’ne, Bulgaristan sınırına yakın yere taşındı. Fuarcılığı ileriye götürmekten anladıkları demek buydu. Neyse, madem TÜYAP ayağıma gelmiş, İleri’nin de imzası var, gidip tanışacaktım.
Derken aslan babam öldü. Sonra seçici kurulda canım Ahmet Oktay beğenip fark edince, babamın ölümüne dair yazdığım hikâyem Nokta, Haldun Taner Öykü Ödülü’nde ikinci seçildi, ödülü edebiyat çınarı Tahsin Yücel’den aldım. Bir çocuk için ne şeref! Babamın ardından geçen berbat günlerdi. Şişli civarında bir ikindi, neden bilmem Selim Ağabeyi aradım. Kötüyüm, şu, bu... Gel, uğra, sohbet ederiz demişti. Bir yazarın evini göreceğim, üstelik ölümün bulutları dağılır belki.
Arada Her Gece Bodrum’u bitirmiştim, Cehennem Kraliçesi, Pastırma Yazı ezberlenmiş; Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın çantada. Ev de zaten Bomonti civarındaymış, yürüme mesafesi demişti. Telefonu kapadıktan on dakika sonra apartmanın önündeydim.
En üst kattı galiba, asansör o gün bozuk. Bir dağa tırmanıyordum. Tekrara ruh üflemiş bir adam. Kapı açıldı, içerden güzel aydınlık (Necati Cumalı ah). Daktilo köşede (halen daktilo). Sözlerini yazdığı bir Hümeyra şarkısı, kül tablaları, zarif sehpa, masada kâğıtlar. Ne içersin, diye soruyor. Fark etmez hocam; geçiyorum köşeye. Yirmi dört yaşındayım, dizlerim birbirine bitişik, saçlarım kıvırcık, onun Necatigil’e gittiği yaş belki. Yirmi dört ve babam ölmüş, girip en dibine gömmüşüm mezarın. Renk adlarını en iyi bilen adam, balıkların zamanını, rüzgârları, geceleri sarhoş binilen taksileri, uçları kırık amforaları, Bodrum mavisini... Bana Kemal Tahirli akşamları anlatacak sonra bir gün: Tahir bir gün genç Selim ile genç Hulki Aktunç’u İzmit civarında, su kıyısında bir meyhaneye götürür, tam hatırlamıyorum, çok zaman geçti. Fakat içmemelidir Tahir, hastaneden yeni çıkmıştır. Masada Reşat Nuri’den söz açılır. Tahir, ellerini çenesine dayayıp Reşat Nuri’nin, sanırım Ateş Gecesi’nden bir pasajı ezbere okur, gözyaşları... Şimdilerde ne kadar az yazarda gördüğümüz büyük edebiyat sevgisi!
Evinde, ustayla söyleşiyoruz. Ardından güçlü duracağım diye kendimi nasıl sıkmışsam; babama yazdığım hikâyeyi çok sevdiğini söylerken ağlamaya başlıyorum. Yahu dur ne yapıyorsun, diyor. Havayı değiştirmek için, içki vereyim, diye kalkıyor yerinden. Yardım etmek üzere mahcup, peşinden gidiyorum. Üç dört aydır ağzı açılmamış şişe mutfakta. Yeşil bir sıvı. Bu ne ağabey, diyorum. Kerevizmiş! Yandık. Dünya nimetlerinden en sevmediğim... Bir şey diyemiyorum. Soruyor: Sever misin kerevizi? Gözlerimi siliyorum arada; tabii severim, diyorum. Domates suyuyla karıştırıyor. Meğer yapraklar kaç aydır votkada uykuda. Nasıl güzel bir tat. Meret bir de sert ki çarpıyor. Gel diyor ardından, mutfağın yanındaki oda kütüphane. Tam on yedi tane kitap seçiyor. Orhan Kemaller, Sevim Buraklar, Memduh Şevketler, Yakup Kadriler... Bunlar senin, diyor. Edebiyat her zaman avutur, hayattır.
Yine yıllar. Eskişehir treni. Doğan Kitap ile yazarlar kafilesi. Yazarmışım demek. Gece yarısı indik gara. Buz tutmuş her yer, kar... Düşmemek için kol kola... Dostoyevski’nin romanları hâlâ yaşıyor, diye mırıldanmıştı Selim Ağabey. Bizi otele götürecek araç gecikmiş. Gel hocam, bekleme salonu şurada, diyorum. Loş, nemli karanlıklar. Bir Rus romanında... Neden bilmem, gördüklerimi anlatıyorum: Tuvaletin bekçisi, bozuk paraların önünde uyukluyor. Tahta sıradaki çarşaflı kadın, kucağında bebesi, yanında yedisinde kızı. Gece iki. En küçük gürültüde titreyerek uyanan çaycının ellerinin üzerinde kıllar, soluk sarı yüz, gözlere yapışmış uykusuzluk. Yazarlar kafile, bizse geride... Onur, diyor Selim Ağabey, “bunları yaz yahu, sen iyi romancı olacaksın!” İyi olduk mu bilmem hocam, yazdık bir şeyler ama!
Derken yaz akşamı. Yarın Yapayalnız’ı bitirecek. Yakup Meyhanesi henüz entel işgaline uğramamış. Çantası kâğıtlarla taştı taşacak. Nedir, diyorum, yeni romanıymış; “tek kopya yazıyorum Onur, evde yangın falan çıkarsa...” Yanında taşıyor. Kahraman Handan Sarp’ın “çamlar hasta, çamlar hasta” diye sayıkladığı bölümü anlatıyor hep. Ne güzel. Sonra yarın, sonra yapayalnız; hep yalnız. Yazarlık yalnızlıkmış. İstanbul’un merkezinde birkaç stat varken Edirne’ye yakın kitap fuarı dün başladı. Bu yıl “onur” konuğu Selim İleri. Ola ki önceden okumadın, git al kitaplarını ey okur, tanış üstatla. Adına düzenlenen etkinlikleri izle. En azından git bir merhaba de. Mutlaka doğrulur yerinden, elini sıkar, gülümser. Dostlukların Son Günü ile başla; o gün gelmeden... Bir an evvel. Selim Ağabey, merhaba yeniden, yeniden merhaba!