Sıkılma Sakın
O şiiri bildin mi: Yıkılma Sakın. İsmet Özel’in! Hani zorlu bir kış geçmiştir, seninki gibi nefti; kalpler aşktan yarılmış, beyin her sabah bir devrimcinin beyni ama ne çare ayaklar “donuklamıştır”. Donuklamak. Şairin güzelim kelimeleri... Yıkılma Sakın’da halkın doğurgan dünyasına dalınca yaraların kolayca kaldırılan kabuğundan söz edilir. Fakat ne dünyasına dalıyorsun kardeşim, şimdilerde balkona zor çıkılıyor...
Özel’in, Üç Firenk Havası’nda “şehrin insanı” dediği, özellikle büyük şehirli beyaz yakalı karantina ilerledikçe geçip gideni yeniden fark etmeyi, vaktin nasıl geçtiğini - geç(e)mediğini derinden duyar oldu. Eski ritmi bozuldu: Sabah kalk, tıraş ol, kahvaltı, çay - kahve; ardından metro veya araba yahut otobüs; git işe. Derken mesai arkadaşları, yemek arası dedikoduları, kışsa kapı önlerinde titreyerek sigara içenlerle yarenlik. Sonra mutlaka bir şey almaya gidilen AVM’ler; satın almadan mutlu olamayan şehrin insanı... Her şey belirlenmiş, bir zaman yaratmıştı kendine zaman içinde. Öğlen, akşam, çıkış, yatış kalkış belliydi. Şehir eskiden hep sokaklar demekti, her şeyden önce sokaklar; heyecanlı lambalar, çarşıların gürültülü bereketi, evlerin ışıkları, garlarda gülüşler, telaşlı vapur iskeleleri. En sevdiğim de işlek kafelerdir cumartesi akşamları: En son Ankara’dan dönüyordum, Necati Bey’e çıkan sokakların birinde bulduğum kebapçı; bu uzak adamların ne çok şey ikram ettiğine şaşar hep şehrin insanı; çay söylemiştim, ikram edilen künefenin eşliğinde Adı Kemal Olsun’un ilk cümlesine çalışmıştım. Ah o sonsuz cıvıltılar... Oysa Cioran, bir pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren diye tanımlar sıkıntıyı.
Şehrin insanı hayatını sığdıramıyordu hiçbir yere, eve sığdırmaya çalışıyor şimdi; sokaklardaydı bir ay önce, eve tıkıldı şimdi. Belirli biriydi. Zamanı, başkaları tarafından yapılmıştı. Zor olan başladı şimdi. Veriliyi yaşamıyor artık; zaman, onu oluşturuyor bir süredir. Derinleşemiyor bu yüzden, alıştığı şeyler kayıp gitti ayağının altından. Herkes için demiyorum tabii. Fakat çoğu için doğru. Tüm gün yemek yapılmıyor, dizi de izlenmiyor, doğru dürüst okumuyordu zaten şehrin insanı, şimdi de okuyacak şey bulamıyor. Şehrin insanı, tutkuyla peşine düşmediği bir şey olmadığını fark etti. Sıkıldı... Bir ailesi olduğunu unutmuştu, yanında düşe kalka bir çocuğun büyüdüğünü; eşinin eskiden sevgilisi olduğunu. Nicedir işiydi, maaşıydı, oturmuş bir “düzen”i vardı. Şimdi küçücük, protein - yağ bazlı bir şey kocaman dünyasını yerinden oynattı. Şehrin insanı sıkıldı.
İyidir oysa sıkıntı. Büyük bir hayatın ana kaynağı. Etkinlik delisi çocuk yetiştiren “okumuş” ana baba, etkinliksiz kalınca kendisi için de bilemez oldu ne yapacağını. Durmak, zamanda kalmak, bir yarığın, vazodaki çiçeğin suyuna saklanmak, fotoğraflara uzun bakmak, derin, dingin; balkonda bira içmeyi Venedik’e gitmek gibi düşünmek gerekecekti. Öleceğini bilerek yaşadığını fark etti boşlukta şehrin insanı. Sıkıldı!
Nedir sıkıntı? Bir masada kimse gelmeyeceğini bilmeden oturmak. Her akşam resmi ağızdan verilen ölüm haberleri, hastalık korkusu, tekrar fark edilen varlık bilgisi. Nedir sıkıntı? Kierkegaard, Kahkaha Benden Yana’da şöyle der: “Bunun tarihi ta dünyanın başlangıcına dayanır. Tanrılar sıkıldılar, insanı yarattılar. Adem yalnızlıktan sıkılınca Havva yaratıldı. O zamandan beri sıkıntı dünyaya girmiş̧ ve nüfusa oranla artmıştır. Adem tek başına sıkılıyordu: sonra Adem ile Havva birlikte sıkıldılar; sonra Adem ile Havva ve Habil ile Kabil ailecek sıkıldılar; sonra dünya nüfusu arttı ve halklar kitleler halinde sıkıldı. Kendilerini eğlendirmek için başı göğe değen bir kule yapma fikrine kapıldılar. Bu fikrin bizatihi kendisi kulenin boyunca sıkıcıydı ve sıkılmanın nasıl üste çıktığının korkunç bir deliliydi. Sonra uluslar, şimdi tıpkı insanların yurtdışına çıkmaları gibi yeryüzüne dağıldılar ama sıkılmaya devam ettiler.” Esas olandır çünkü sıkıntı. Oyun, eğlence, sanat, aşk, hep bu sayede keşfedildi. Sıkılınca buldu insan derinleşmeyi, derinleşince sıkıldı. Ne müthiş! Bernard Shaw, şöyle özetledi: “Gerçek şu: Özgürüm, sağlıklıyım, mutluyum ve patlıyorum sıkıntıdan...” Bir çatlak bulup kendin(d)e, sızmalı insan içine. Valery, derin düşüncenin kaynağı demişti sıkıntı için. Gogol, bu dünyada sıkılmak iyi der bir hikâyesinde, ne çok sıkılmış, bunu göze almıştı kim bilir. Cansever de öyle: “Elmalar silik silik kırmızı artık -olsun- / Gözlerimiz tozlanmış, kirli / Gizlisi yok, bu dünyada böyle sıkılmak iyi / sıkılmak iyi baylar / biz hazır tuttukça böyle içi yangından alev alev / dışı buz tutmuş kalplerimizi.” Böyle bir şeydir sıkıntı, Dranas’a da bak hele: “Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde.” Fakat sıkılma sakın ya da sıkıl... Huzursuzluğun Kitabı’nda Pessoa, bu şen duyguyu ıstırap olmadan ıstırap çekmek, isteksiz istemek, akıl yürütmeden düşünmek, var olmayan tarafından büyülenmek diye tanımlar.
Arzuları arzulamak diye tarif etti Tolstoy. Sıkılma sakın ya da ne güzel, sıkıl! Hem çaresi var mı? Yok. Sıkıl ki pekişsin varlığın. Kafa karışırmış sıkılınca; harika, karışsın ki ortada kafa olduğu netleşsin. Sıkılacağız, çünkü bu çağ budur. Jung müthiş saptıyor: “Aslında, tüm özel sorunlar, şöyle ya da böyle, çağın sorunlarıyla ilintilidir; bu da, her öznel sıkıntının, insanlığa özgü genel duruma bağlı olduğunu açıklar.” Evren değişimden, değişim sıkıntıdan doğuyor çünkü. Sıkılacağız ki daha ferah günler için çoğalıp birikelim sıkılma. Ya da, sıkıl!