Şimdi biz neyiz dostlar Salak mı? Fahişe mi?-(TAMAMI)
Geçen hafta sonu Politikanın Nabzı’ Programında, Türk basınının ‘Amiral Gemisi’diye anılan Hürriyet’teki değişimi anlatan Rahmi Turan’ı dehşet ve hayretle dinliyoruz. Rahmi, Hürriyet’ten Özdemir İnce’yle aynı anda atılan deneyimli bir gazetecidir. Ondan önce özgür yazma hakkı olmayan gazetesini bırakan Cüneyt Ülsever var. Dostum Rahmi, Türk basın tarihinin son yıllarda tiraj yapan gazetelerini çıkaran bir basın emekçisi. Onunla 10 yılı aşkın çalıştık. Aydın Doğan iktidarı önce Rahmi’nin başında bulunduğu Gözcü’yü kar etmiyor diye kapattı. Şimdi o gazetenin benzeri 260 bin satıyor ve bal gibi de kar ediyor. Ama patronun da patronu olunca bal gibi kapatılıyor. Rahmi başına gelenleri anlattı ve sonunda dedi ki: “-Keşke bana daha önce söyleselerdi. Ben gereğini yapardım.” Sonra kendisinin işsizken iş verdiği bir arkadaşının onun işine son verdiğini açıklarken şöyle dedi: “-Enis Bey bana bu kararı bildirirken, Aydın Bey’in bu işten haberi olmadığına inanmak mümkün müdür?” Rahmi bunları anlatırken gazetelerin yüzde 40 oranında okur kaybettiğini de açıkladı!
Düşebiliyor musunuz? Bunları 1957’den bu yana gazetecilik yapan ve her aldığı gazeteyi 100 binlere, hatta milyonlara çıkaran- Günaydın, Tan gibi Sabah gibi- bir usta yönetmen söylüyor. Hürriyet daha önce bazı yazarlarını haftada bir güne indirerek, baskıları hafifletmek istemiş, Tufan Türenç’e ise hiç yazmamayı seçtirmişti. Kimine ‘yaşlı’, kimine ‘fazla genç’, diyerek işlerinden yoksun hale getirmişti.(!) Hürriyet artık Amiralini kaybetmiş, kılavuzları bol ama yeteneksiz bir çatanaya dönmüştür. Bakalım o kalanlar bu gemiyi nasıl ve ne zaman karaya oturtacaklar? Biz genç yaşta hem okur hem de gazetecilik yapmak için oraya buraya başvururken, bu ülkenin patronları aileden gelme gazeteciydiler. Havası daha temiz, gazete patronları daha özgür ve ahde vefa duygusuyla doluydular. Bize ilk öğütleri de hep şu olmuştu: “-Önce vatanınızı sonra mesleğinizi düşüneceksiniz. Sakın ola vatanı satmak pahasına uydurma haber üretenlere ya da size baskı yapanlara, çıkar sağlayanlara aklınızı kaptırmayasınız.”
Bizler, Cumhuriyet’in birinci ve ikinci kuşakları bu nedenle sırasında kalem kırmasını da, eza çekmesini de omurgamızı dik tutmasını da biliyoruz,
Yazıyorsa vurun başını!
1880’li yıllar
Yer: ABD.
Solcu, aynı zamanda Karl Marks’ın arkadaşı Gazeteci Swinton, New York Times’ta yazıyor. Gazete bir Yahudi tarafından satın alındıktan sonra düzenlenen toplantıda, davetli gazeteciler basının onuruna kadeh kaldırmak üzere O’nu kürsüye çağırıyor. Swinton kürsüye çıkıyor. Ve ağzından bir bir tarihi cümleler dökülüyor: “Dünya tarihinde şu anına dek, Amerika’da ‘Özgür, bağımsız basın’ diye bir şey olmamıştır. Bunu siz de biliyorsunuz... Hiçbiriniz düşündüklerinizi olduğu gibi yazmaya cesaret edemezsiniz. Bunu yapmaya kalktığınızda yazdıklarınızın basılmayacağını bilirsiniz, çünkü: Çalıştığım gazete bana düşüncelerimi özgürce yazmam için değil, yazmamam için ücret ödüyor. Düşüncelerini açıkça yazacak kadar salak olan herhangi biri, başka bir iş arıyor olacaktır. Düşüncelerimi apaçık yazmaya karar verseydim, 24 saat dolmadan işimden atılırdım. Gazetecilerin işi; gerçeği yok etmek, yalan söylemek, saptırmak, kötülemek, servet sahiplerine ve iktidara dalkavukluk etmek, kendi gündelik ekmeği uğruna yurdunu ve soyunu satmaktır. Bunu siz de biliyorsunuz, ben de... Öyleyse şimdi burada ‘bağımsız, özgür basının(!) şerefine(!) kadeh kaldırmak’ saçmalığı da nereden cıktı? Bizler, sahnenin arkasındaki zengin adamların ve emperyalistlerin oyuncakları, kullarıyız. İpleri çekilince zıplayan oyuncak kuklalarız... Yeteneklerimiz, ve yaşamlarımız, hepsi başkalarının malı... Bizler entelektüel fahişeleriz.” ( Jale Anıl’dan bir alıntı)
Ya 2012’de bizler neyiz? Yurtsever cesur kahramanlar mıyız? Yoksa yalıya kata, yata bir kadın memesine vatanı satan entellektüel fahişeler miyiz?
Belki de Rahmi o nedenle konuşmasını şöyle bağladı:
“Şimdi o kadar huzur doluyum ki...”