Sinema Müzesi: Geç kalan teselli
Yıllar yılı bir çok sinema sanatçısının kendisiyle ilgili arşivlerinin satışlarına tanık oldum. Hatta satılma aşamasında bir kısmına yardımcı olmaya çalışarak, bu arşivlerin kişilerden çok kurumlara gitmesi için çabalar gösterdim. Ama ne yazık ki bu çabalarımın bir çoğu sonuçsuz kaldı, kurumlardan daha çok, kişiler tarafından değer görülerek satın alındı. Ancak çok azına, kimi kütüphanelerle özel üniversitelerden bazıları sahip çıkabildi.
Bir sinema sanatçısının kendi arşivini satılığa çıkarmasının elbette ki tek bir nedeni vardır; o da bilindiği gibi çaresizliktir. Bu çaresizliğin her bir türlüsü sinema ortamımızda yaşanmıştır. Kimileri - kimileri dememen lafın gelişi, bir dönemin en ünlüsü- bir şişe ucuz şarap parasına kendisine ömür boyu verilen ödülü elinden çıkarırken, bir diğeri borçlarına karşılık mahalle bakkalına emanet bırakmış, çoğununki ise onlar kadar talihli çıkmayıp, bit pazarlarıyla, ikinci el eşya satanların tezgahlarına dek düşmüştür…
Çok değil, bir çeyrek asır önce, bit pazarlarından bir paket sigara ücretine nice ünlü sinema-tiyatro sanatçısının albümlerine sahip olup, Türk sinemasına damga vurmuş unutulmaz filmlerin senaryolarını alabilirdiniz. Hem de bir alana, diğeri bedava…
Yalnızca sinema sanatçılarının değil, aynı zamanda sinemamızdaki kimi yapımevlerinin, stüdyoların, kuruluşların arşivleri de benzer bir seyri izleyerek kaldırımdaki tezgahlara düşmekten kurtulamamıştır. Bereket versin ki, bir değil, birkaç dönemin belleği, birkaç sinema meraklısı sayesinde tümüyle değilse bile, bir kısmıyla kurtulma şansını erişebilmiştir. Bit pazarına düşmeyenler ise yangınlar, su basmaları ve de diğer nedenlerle tek tek değil, toptan yok olup gitmiştir. Belki inanmakta biraz zorluk çekeceksiniz ama, bir dönemler nice filmler, sinemacılardan daha çok ayakkabıcılar tarafından ilgi görüp sahiplendi. Ayakkabıcıların sinemaya merak duymaları ise sevgilerinden değil de, ayakkabı bağcıklarının uçlarındaki malzemeye gerek duyduklarından ötürüydü. Tıpkı Osmanlı fotoğrafçılarının paha biçilmez cam negatiflerine seracıların sahip çıkıp, onları serasında cam olarak kullandıkları gibi.
Kısacası, günümüzün popüler deyişiyle sinemamızın “milli” ve “yerli” değerlerine” bir kaç arşivci ve koleksiyoncunun dışında kimseler değer verip sahip çıkmadı. Buna, bizzat o filmleri yapan, oynayan, onları meslek edinmişler de dahil olmak üzere. Çektiği ya da oynadığı filmlerle ilgili bir arşive sahip sinemacıların sayısı, zorlasanız da bir elin parmaklarını geçmez. Bunun içindir ki, sinemamızla ilgili ephemeralar hem az, hem de çok ama çok kıymetlidir. Ama yıllar yılı bu kıymetlerin değerine varmadığımız gibi, bilinçli ve sistemli bir şekilde toplayıp muhafaza etme gibi bir gayreti gösteremedik.
Şimdilerde ise, Beyoğlu’nun tüm sinemalarını kapattıktan, AVM’lere çevirdikten sonra onu “orta yerini sinemadan”, müzeye dönüştürme çabaları içindeyiz. Üstelik bu çabayı, hemen yanı başında, abartı değil, tamı tamına yüz adım ötede, Türkiye’nin ilk sinema müzesinin bile bir şeylere dayanamayıp, nedendir bilinmez apar topar buralardan adeta kaçarcasına gittiği bir zamanda harcıyoruz…. Hem bir sinema müzesine gereksinim duyuyoruz, hem de birini, ilkini, hem de; hem yerli ve de gereğinden fazla milli olanı doğduğu yerden alıp bir yerlere taşıyoruz. Kısacası birine “hoş geldin” demeye hazırlanırken, bir diğerine sessizce veda ediyoruz. Oldukça garip bir durum.
Aylar önce yine bu sütunlarda Mimar Sinan Üniversitesindeki bildik olaylarla bir vakıftaki kimi istenmeyen durumlara değinerek “birileri sinemamızı dizayn etmek istiyor” demiş, kimi arşivlere kayyum atanmasıyla, kimilerindeki yönetim değişikliğini eleştirip , “acaba…”diyerek geleceğe ilişkin kuşkularımızın altını kalın bir çizgiyle çizmiştik. Yani; hem bu kurumlardaki işleyişi beğenmeyip birine kayyum atayıp, diğerindeki yönetimi değiştirecekseniz, hem de onların katkılarını/birikimlerine sahip çıkıp çıkıp bir müzenin açılışını “biz yaptık” değerek gerçekleştireceksiniz. Bu da bir başka paradoks.
Asla ve asla, yeni bir sinema müzesinin oluşumuna karşı değilim. Yalızca bunun oluşumundaki acemiliğe, iş bilmezliğe, gereksiz bir acelecilikle, “yerli” ve de “milli” olmayı dışlayarak “biz yaptık oldu” demeyle, birini kurarken, bir diğerlerini yok etmeye eğilimi ve anlayışına karşıyım.
Her şeyi bir Şark geleneği ile yapıyoruz; Önce yok edip, silip süpürüyoruz, sonra da, sahipsiz bırakıp yok etiklerimizin, yakıp yıktıklarımızın külleri arasından bulabildiklerimizle sözüm ona bir şeyleri yaşatmak, daha doğrusu yaşatır gibi yapmak istiyoruz.
Ama olmuyor…Olsa bile içi dolmuyor… Shakespeare’in dediği gibi “Geç kalan teselli idamdan sonraki affa” benziyor…
Sanrım bizimkisi de öyle bir şey….