Sinema ortamının suskunluğu
Antalya Festivali’nin basın toplantısında festivalin geleceğine ilişkin Menderes Türel’in açıkladığı radikal kararlar ne var ki sanıldığı gibi “bomba” etkisi yapmadı. İlk anda şaşkınlık, kızgınlık ya da ulusalcılıkla geleneksellik arasında gidip gelen, sinema dışı tuhaf nostaljik yaklaşımlar dışında “protesto” ya da “boykot” gibisinden bir iki kısık ve çekingen ses pek rağbet görmeyip, oldukça yumuşak değinmelerin içinde eriyip gitti.
Oysaki ortadan kaldırılan 54 yıllık bir geçmiş, dahası Türk sinemasıydı... Gerçekten de öyle miydi? Ya da öyle mi düşünmemiz - algılamamız mı gerekiyordu? Hiç sanmıyorum... Eğer öyle olsaydı tepkiler bu denli “üslubuna göre” olur, kimi çevreler ve kurumlar böylesine suskun kalmayı tercih ederler miydi?
“Üslubuna göre olmak”, bir diğer deyişle “üslubuna göre yazmak, düşünmek, eleştirmek” de demektir. Ya da çıkar veya kazanımlarla, ilkesellik arasındaki tartının tam da orta yeri, her iki tarafa da eğilebilme –anlamlandırma durumlarının oluşturulduğu bir çeşit iki yüzlüktür.
NEDEN SUSUYORLAR?
Antalya üzerine yazılanları okuyunca, -bir ikisi dışında- çoğunun iki arada kaldığını görmemek mümkün değil. Kimileri durumu “gelenek”, “ulusalcılık” gibi ilk akla gelen sözcüklere yüklenirken, kimileri de oldukça çekingen bir üslupla festivale konuk olma durumlarını riske atmayacak güvenli (!) bir yolu izlemeyi tercih etmişler...
Sinema ortamının genel durumuna gelince, bu da tam bir düş kırıklığı... Bir belgesel yüzünden ortalığı birbirine katanlardan ses yok gibi bir şey. Çünkü orada söz konusu olan, bir belgesel değil, Antalya Film Festivali’nin bir ödeşme mekânı olarak kullanılmak istenmesiydi. Sonuçta ne oldu? Belgesel dalında yapılan yarışma ortadan kaldırıldı. Tepkiler büyüdü mü? Ne gezer... Herkes suspus oldu. Acaba neden?
Diğer taraftan bir sinemanın kapanması karşında ortalığı ayağa kaldıranlar –ve çok iyi de yapıyorlar– yarım asırlık bir geleneğin kaldırılışında neden benzer bir tepkiyi yinelemiyorlar? Bu da bir başka soru...
SUSTURUCU: ASLAN PAYI
Bu ve buna benzer soruları çoğaltmak mümkün. Ama tümünün yanıtı hep aynı... Kimse, ama hiç kimse; yapımcısından yönetmenine, meslekî kuruluşundan oyuncusuna, sendikasından senaristine, vakfından millî sinemacısına, ulusalcılardan akademisyenine bu durum karşında bir şeyler yapma gereksinimini duymuyor. Yalızca beylik yöntemlerle karşı çıkar gibi gözüküp işi geçiştiriyor... Sanki ben de varım gibilerden...
Çünkü herkes festival sonrasını düşünüyor... İşin sonunda, kiraları bakanlıkça ödenen meslekî kuruluşların yerlerinden olma riski de var... Destekleme fonundan eli boş dönme olayı da var... Kimi festivallerin bakanlıktan yardım almama korkusu da var... Ve yine kimilerinde filmlerinin yabancı yarışmalara gönderilmemesi tedirginliği de var... Millîlikte ve inanç konusunda mangalda kül bırakmayıp kükreyerek kültürel sermayeden aslan payını alanların sinmişliği de var... Yani var da var...
İşte bu yüzdendir sinema ortamının o kahredici suskunluğu...