Sinemada tek başına
Derken, sinema salonları da kapılarını açtı… Onca zamandan sonra, eskisi gibi olmasa da, loş salonlara özlem duyan belirli sayıdaki sinemaseverlerin koltukları boş bırakmayacağına inanılıyordu. Ama olmadı… Salgın korkusu, sinema sevgisini de derinden etkileyerek çoğu salonları boş bıraktı… Her şeyi göze alarak gidenlerin bir çoğu ise, ne yazık ki, “benden başka kimse yoktu” diyerek bu beklenmeyen duruma noktayı koydu.
Sinemanın olmazsa olmaz üç ayağından söz etmiştik: Salon, seyirci ve de filmler… Bu kez kırılan halka seyirci oldu. Seyircisiz salon ya da filmler ne işe yarar ki, diyemeyiz…Çünkü bunun provası da çok değil, az bir zaman önce yapıldı; bir çok festivalimiz, seyirci salonlara gidemeyince onlar seyircinin ayağına giderek sinemanın “olmazsa olmaz” olarak tanımladığımız o bilinen ve değişmeyen geniyle oynadı. Yani büyü bozuldu… Demek ki sinema salonlarına gereksinim duyulmadan da filmler pekala izlenebiliyormuş.
Festivallerin online olmasına sanrım çok az kişi itiraz etti. Ama ne var ki bu itirazlar, derin ve de bağışlanmayacak bir uykuda olan sektörün içinde, bırakın yankılanmayı en ufağından bir destek bile bulamadı. Sonunda yıllarını bu işe vermiş, “filmler sinemada izlenir” ya da “sinemanın tadı başkadır” ilklerinden asla ödün vermemiş, bu konuda hatırı sayılır uğraşlarda bulunmuş, salon sahibi İrfan Demirkol’u bile çileden çıkarıp, istifa etmesine zemin hazırladı….
Çocukken çözmekten keyif aldığımız bir bilmece vardı bilirsiniz; kurt, kuzu ve bir de ot… Sinema ortamımızdaki denklem de aynen öyle… Öyle bir şey yapacaksın ki, kuzuya otu, kurda kuzuyu yedirmeyeceksin. Ama karşı kıyıya da hiç zarara uğratmadan geçireceksin…
Bu bulmacadan sinemamızın içinde bulunduğu denkleme denk gelenler ise elbette ki, seyirci, salon ve filmler… Çözüm ise kimseye zarar ermeden bu işin içinden nasıl çıkılacak?
Ama ne var ki festivaller, salonları dışlayarak – daha doğrusu harcayarak- filmleri sınırlı da olsa belirli sayıdaki izleyene ulaştırarak basit olan bu denklemin çözümünü zora soktu. Demek ki salonlara gereksinim duyulmadan da festivaller yapılabiliyormuş… Peki ala öyle mi?
Tabii ki değil… Zorunlu da olsa seyirci salonlardan uzaklaştırıp, izlenme mekanını/tekniğini/biçimini değiştirip bir başka platforma taşırsanız, o zaman seyirci açısından yalnızca ucuzluk, pratiklik ve de rahatlığı değil, onun da ötesinde bir alışkanlığın temelini de atmış olursunuz. Bunun ilk ama sinema sektörümüz açısından en olumsuz örneğini yetmişli yılların ilk yarısında, TV’nin yaşamımıza girmesiyle görmüştük. İşte o zaman, sinemadan uzaklaşan o seyirci, bir daha sinemaya hiç ama hiçbir zaman dönmedi. Hala da TV’lerinin başında…
Bir diğer örnek ise, çok yakın zamanlarda gerçekleşti… Anımsayacaksınız… Aynı filmin aynı zamanda hem salonlarda hem de bir başka platformda gösterildiği gibi… Ne yazık ki buna da, Demirkol’dan başka kimse sesini çıkarmadı… Daha doğrusu çıkaramadı…
Gençlik TV’den uzaklaştığı gibi sinema salonlarından da kaçabilir… Nitekim kaçıyor da…Bunun sonucunda filmlerle seyirciyi karşı karşıya getirmeyi başarsanız bile, seyircinin filmlere değil de, filmlerin seyirciye ulaşabilme sorunu ortaya çıkar. İşte o zaman da “ota” hiç gerek kalmaz, kuzu kurtla arkadaş gibi gözükür ama olan da, batırılan kayığa olur…
Evet… Doğrudur, bu salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Filmler tıpkı, yatağı değiştirilmiş dereler gibi bir başka mecralara doğru çaresizce, gelişi güzel akacaklar. Hem de “film sinemada izlenir” ya da “sinemanın tadı başkadır” laflarını nostaljinin tozlanmış raflarına kaldırarak…
Çünkü bu gidişte, her filmin olmazsa olmaz koşulu olan ne seyirci aynı yerde kalacak ne de salonlar….
Zaman; ödül tokluğuna kimi filmleri izleme zamanı… Ama nerede? Nasıl? Ne zaman?
Yoksa evde tek başına mı?