Sinemamızın 100. yılında neler yapılmalı?
Çeşitli alanlardaki gümüş ya da altın yıllar -ya da diğer bir deyimle 50. ya da 100. yıllar- birçok açıdan önem taşır. Kutlanması gerekli olan bu gümüş ya da altın yıllar; yalnızca o alanın geçmişine ilişkin değerlerin bir kez daha anımsanıp muhasebesinin yapılmasını ve de tortu bırakmayan etkinliklerle kutlanmasını değil, onun da ötesinde, geleceğe ilişkin köklü ve kurumsal, o alanı nice yıllara taşıyacak uzun vadeli çalışmaların yapılmasını da kaçınılmaz yapar.
Ama ne var ki bu tür fırsatları gereğince değerlendirmede pek başarılı olamıyoruz. Kötüsü, bunun o etkinliklere ayrılan bütçeyle filan da pek ilgisi yok. Aslında bütçe var ama ne yazık ki bu bütçeyle doğru orantılı bir harcama ve kalıcı etkinlik yok.
Örneğin, İstanbul’un kültür başkenti etkinliklerini ele alabiliriz. Gerçekten bu etkinlik için, bildiğimiz kadarıyla oldukça büyük bir bütçe ve zaman ayrılmıştı. Ama günlük, gelip-geçici, yarınlara hiç iz bırakmayan kimi eş-dost etkinlikleriyle bu fırsatı değerlendirmenin üstesinden gelemedik. İşe göre adam yerine, adama göre iş icat etmemiz bu etkinliği hem yörüngesinden saptırdı, hem de İstanbul kentini birçok eserden yoksun bıraktı. Bu etkinlikler kapsamında kaç film yapıldı ya da yalnızca sinemaya ne kadar para harcandı? Her biri iki milyonu geçen onlarca uzun, kısa ve belgesel film yapıldı. Peki, bu filmlerin kaçta kaçını, bırakın Türkiye genelini, acaba kaç İstanbullu izledi ya da kaçı İstanbul’un tanıtımını üstlenerek dünyanın herhangi bir yerinde gösterime girebildi? Bu amaçla yapılan ve vizyona girmeyi başarabilen bir filmin izleyici sayısı ise yalnızca 99 kişi oldu. Yani diğerlerini bu kadar kişi bile izleme olanağını bulamadı. Hem milyonları sokağa dökeceksiniz, hem de o etkinlik için yaptığınız eserler halka ulaşmayacak. Ya da ulaşacak nitelikte olmayacak. Ya da bilinen nedenlerle o amacı taşımayacak.
Bu bütçeyle neler yapılabilir?
Oysaki sözü edilen etkinlikler için harcanan bütçenin onda değil, yüzde biriyle bile neler yapılmaz; İstanbul kaç müzeye, kaç kütüphaneye ya da bunlara benzer kalıcı kaç kuruma sahip olurdu! İnsan, harcananlarla, yapılanları karşılaştırdığında yalnızca üzülmüyor, inanın aynı zamanda kahroluyor da... Çünkü bu tür kültür ve sanat etkinlikleri İstanbul’un kapısını her zaman çalmıyor. Çaldığı zaman da harcanıp gidiyor. Ayrılan bütçe ile yapılacak etkinlikler arasında hep ama hep birileri oluyor. Bütçenin büyük bir kısmı da o birilerinin avuçları içinde ya eriyor ya da eşe dosta gelişigüzel dağıtılıp, kısa ömürlü, gelip-geçici, tortu bırakmayan göstermelik etkinlikler içinde harcanıp gidiyor. Yani birileri kazanıyor, etkinliğin öznesi olan İstanbul kaybediyor.
Bu yıl, bilindiği gibi sinemamızın 100. yıldönümü. Aslında değil ama alışılmış bir şekilde 1914’te çekildiği iddia edilen Ayastefanos’taki (Yeşilköy) Rus Abidesi’nin yıkılışı başlangıç kabul edilip, son on beş-yirmi yıldır her 14 Kasım’da kutlanıyor. 20-30 yıl kadar önce ise Türk Sineması’nın doğum gününü kimse bilmiyor, onun için de kutlama gereksinimi duymuyordu. Türk Sineması’nın doğum tarihinin tartışması bir yana -daha sonraları bunu uzun uzadıya belgelerle tartışacağız- önemli olan bu 100. yıl etkinliklerinin nasıl yapılması gerektiğidir.
Önümüzde iki seçenek var; ya bir fırsatı yarınlara temel eserler, kurumlar bırakarak değerlendireceğiz ya da her zaman olduğu gibi göstermelik etkinliklerle geçiştireceğiz. Gelecek hafta aynı konuyu devam ettirmek dileğiyle...