Sinemamızın yolu hiç Sivas’a düşmez mi?
Ülkemizde sinemanın ya da daha genel anlamda sanatın politik bir olayı ele alıp işlemesi her zaman sorunlu olmuştur. Bu sorunlu oluşun başında hiç kuşku yok ki, sinemayı denetim altına almayı hedefleyen her siyasal iktidarın bir nazar boncuğu gibi koruyup uzun yıllar yürürlükte kalmasını sağladığı, İtalyan polis devlet sisteminden ödünç alınıp sahiplenilmiş sansürün büyük rolü vardır.
Sinemamız uzun yıllar sözünü ettiğimiz sansür nedeniyle, her türün örneğini cömertçe vermesine karşılık politik sinemaya pek yaklaşmamış, yaklaştığı zamanlarda ise başı beladan kurtulamamıştır. Çok önceleri sanat yapıtını daha ortaya çıkmadan -senaryo aşamasında- kesip biçmeye başlayan sansürün makası, politik olmadığı halde, politik olarak tanımladığı birçok sahneyi yok etmiş, bu türe uzak durulması için elinden gelen her engeli koyarak en sert uyarılarla kısıtlamıştır.
Sansürün bu denli engelleyici ve caydırıcı oluşunun yanı sıra, sinemamızın tecimsel amaçlı yapısı da politik türü denemesine elvermemiştir. Sinemamızda son çeyrek yıllık dönemi dışarda bırakırsak politik sinema olarak adlandıracağımız çok az örneğe rastlarız.
Öte yandan toplum olarak da -bilinen nedenlerden ötürü- yakın geçmişin toplumsal bellekte ve de siyasal tarihimizde iz bırakan olaylarıyla yüzleşme gibi bir derdimiz pek olmuyor. Oysaki yedinci sanat sinema, kestirme bir deyimle, dönemine not düşecek en etkili sanat dalıdır. Ama sinemamız geçmişiyle ödeşmeyi ilke olarak benimsemeyen olay ve durumlardan daha çok, kitleleri ticari açıdan sömürmeye yönelik şovenist bir tutumla, belirli olayların dışında, geçmişin toplumsal bellekte iz bırakmış, kapanmayacak denli yaralar açmış olaylarına hiç bulaşmamaya özen göstermiş, adeta onların yaşandığını bile inkâr eder bir tutumu yansıtmıştır.
Politik sinema denince hiç kuşku yok ki bizde ilk akla gelen, 12 Eylül filmleri adını verdiğimiz dönem filmleridir. Bu filmler nicelik yönünden oldukça kabarıksa da dönemin kimi belirgin özelliklerini yansıtması açısından umulan niteliksel düzeyi pek tutturamamışlar, dönemin neden sonuç ilişkilerinden çok, mağdurlukların verdiği öyküsel yanları öne çıkarmışlardır.
Yakın tarihimizle ödeşmede sinemanın etkin bir rol üstlenmesi elbette ki istenen, dahası özlenen bir durumdur. Örneğin geçmişteki Ermeni olaylarıyla ilgili -ikisi geçtiğimiz yıl yapılan filmlerden başka- filmimiz yoktur. Varlık vergisi faciasıyla ilgili yalnızca tek bir filmimiz vardır. Ve onun da başına gelenlere hepimiz tanık olmuşuzdur. 6-7 Eylül olayları için de benzer şeyleri söyleyebiliriz. 12 Eylül haricindeki darbeler -ya da kimilerine göre devrimler- hiç işlenmediği gibi, Menemen Olayı, İstiklal Mahkemeleri, Dersim, Kahraman Maraş olayları, politik suikastler, Serbest Fırka olayı vb konuların sinemada gereği gibi işlendiğini kim söyleyebilir?
Bu olaylara ilgisiz kalmak için özel çaba harcayan sinemacılarımız, 2 Temmuz 1993’teki yobaz saldırısı sonrasında 33 yazar, ozan, düşünürle iki otel çalışanının yanarak ya da dumandan boğularak öldüğü Sivas ya da Madımak Katliamı olarak bilinen olayı da sinemaya aktarmaktan kaçınmıştır.
Yakın geçmişte belleklerde ve yüreklerde derin izler ve dinmemiş acılar bırakan bu kara olay bütün toplumun ayıbıdır. Ama olayın sinemaya aktarılmayışının ayıbından kaçış yoktur. Yalnızca geçmişle çok geç kalınmış bir ödeşmeyi değil, bugün her şeyden daha çok gereksinim duyduğumuz toplumsal barış ve dayanışmanın öncülüğünü gerçekleştirmek de en çok sinemaya yakışır.