Sinemanın geleceği
Dönemlerin gündelik yaşama ilişkin alışkanlıklarını, geleceği ilişkin umutlarını ve de gerçekleşmesini isteyip de bir türlü gerçekleşme koşullarından yosun olan isteklerini, sanırım artık yalnızca sloganlar belirliyor. Son yıllarda yaşamımıza giren sloganlardan ilki; politik amaçlı/çağrışımlı olan “Her şey çok güzel olacak” , diğeri ise, yalnızca bizim değil tüm dünyanın yaşam biçimini radikal bir biçimde etkileyen bilinen olayın etkisiyle ortaya çıkan “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” oldu.
Farklı zamanlarda farklı amaçlar/olgular doğrultusunda ortaya çıkan bu iki sloganın tek ortak paydası ise, ikisinin de geleceği ilişkin olmasında somutlaşıyor. İlki, belirli bir kesim için de olsa, istenilen ve de arzu edilen mutlu bir geleceğin altını çizerken, ikincisi ise; bilinmezlikle kuşatılmış ve bir o kadar da ezberlediğimiz kimi alışkanlıkları/durumları/olguları ,tümüyle ortadan kaldırmasa da epeyce zorlayacak, gelecekti korkutucu bir toptancılığı içeriyor.
Her şeyin çok güzel olup ya da olmadığını, herkesin politik tercihlerindeki istek ve de beklentilerine bırakıp, ikinci slogan “Artık hiçbir şey eskisi olmayacak” sözüne gelindiğinde, bunun sloganın da ötesinde, kaçınılmaz bir gerçek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yaklaşmak, tokalaşmak, öpüşmek, koklaşmak ya da bunlar gibi akla gelen bilinen doğruları bir yana bırakırsak, acaba en çok hangi alanlarda bu beklenen ama kabullenmekte biraz zorluk çekeceğimiz, istenmeyen, ama yarınki yaşamız için “olmazsa olmaz” durumlarla karşı karşıya kalacağız.
Sanırım bu sorunun yanıtını herkes, ilgi duyduğu ya da uzman olduğu alanların geleceği ilişkin okumaları yaparak gerçeğe yakın yanıtlarını vermeye çalışacaktır.
Bizim ilgi duyduğumuz alan ise sinema olduğuna göre, acaba onun geleceği nasıl olacaktır?
Sinema alanı bilindiği gibi üç ayaktan oluşur: Filmler (ve onu yaratanlar), sinemalar (yani gösterildiği mekanlar) ve de olmazsa olmazı olan seyirciler (yani bizler). Zaman içinde bu üç ayağın da radikal bir biçimde olmasa da ona yakın bir şekilde değişim/ dönüşüme uğradığına tanıklık ettik. Önce seyirci değişti. Ailecek, üç kuşağın, aynı anda ve de solanda film izleme alışkanlığı yetmişli yılları ortalarında yaş ortalaması 16 ila 29 aralığındaki genç olan seyirciye bıraktı. Ardından salonlar bölündü, küçüldü, kentin merkezi yerlerinden AVM’lere gitti. Ve en sonunda film şeritleri/bobinleri (ve de makinistler) yok olarak her bir şey dijitalleşti… Bir anda değilse de çok kısa bir zamanda, iki sinema arasında motorlu kuryelerle taşınan ve sayıları üçü beşi geçmeyen kopya sayısı, 500’lerin üstüne çıktı… Derken, yaz aylarına denk düşen “ölü sezonlar” kesintisiz devamlı sezonlara dönüşüp, aynı film, aynı anda, her bir yerde gösterilme olanağını buldu. Teknolojinin filmlere getirdiği diğer olgular da işin çabası…
Ama sinemadaki bu köklü diyebileceğimiz değişim/dönüşümler zaman içinde, sıra ile olmuştu: Önce üç kuşak seyirci gitti. Ardından salonlar bölündü, küçüldü, kentin merkezi yerlerinden AVM’lerin en üst katlarına taşındı ve en sonra da koptuğu zaman makinistlerin kulaklarını çınlattığımız o film şeritleri 36 kısım tekmili birden sığdığı kutuların içinden çıkıp dijital bir şeylere dönüşüverdi…
Ama şimdiki değişim, bunlar gibi teker teker, zaman içine yayılmış bir sıra içinde olmayacak…
Nasıl ki, düş şatoları olarak adlandırdığımız, o devasa, kadim, gün görmüş tarihi salonlar bir bir hoyratça bu değişim/dönüşümlerin kurbanı olup, bir toplumun, yalnızca film izleme olgusunu değil, onun da ötesinde bir arada, topluca “sinemaya gitmek ritüelini” yerle bir etmişse, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı önümüzdeki zaman biriminde de, belki de bir başka şeyleri (bunlar sakın sinema salonları olmasın…!) yok edip gidecek…
Yine klasik bir deyişle; bekleyip göreceğiz….