Siyasette unutturulan dava adamlığı
Genellikle vakit bulamadığımdan TV izlemiyorum. Vatan Partisi Genel Başkanı Dr. Doğu Perinçek’in önceki akşam yayınlanan “40” adlı programa çıkacağını duyunca ekran karşısında biraz zaman geçirmeye karar verdim. Program formatını biliyordum ve konuklara “sert” sorular sorulabildiğini görmüştüm. Heyecanlı ve keyifli bir röportaj izleyeceğimi düşünürken başkası adına bu denli utanacağım hiç aklıma gelmemişti.
Doğu Perinçek’e yöneltilen sorular, ülkemizin içinde bulunduğu yapısal krizin bireysel zihinlere nasıl bir karmaşa olarak yansıdığını gösteren iyi bir örnekti. Yaklaşık son yirmi yıldır, düne kadar içinde mutlu mesut yaşadığımız, büyük ağabeyin koruyucu kanatları altında özgür hissettiğimiz Küçük Amerika sisteminin çözüldüğü bir sürecin içindeyiz. Rant gelirlerini üretimin önüne geçiren borç ekonomisi sınıra dayandı. “Stratejik müttefikimiz ABD” saçmalığının yakın dönemin en büyük yalanı olduğu ortaya çıktı. Alnı secdeye değdiği için kötülük gelmeyeceği düşünülen bazı cemaatlerin vatan haini ajanlar olabildiği ortaya çıktı. Artık geçmişe yönelik ezberler işe yaramıyor, eski dünyanın ekonomi-politik temelleri çatırdarken, üstüne kurduğu ideolojik çatı da çöküyor. Siyasi tarihe baktığımız zaman, böyle durumlarda sistemin yapısal sorunlarına işaret eden ve köklü çözümler öneren partiler ve liderlerin, sistemin meşru güçleri nezdinde daha önce sahip olamadıkları bir ağırlık kazandıklarını görürüz. Bu nedenle Vatan Partisi ve Doğu Perinçek’in parlamenter başarı ölçüleri ile açıklanamayacak siyasi ağırlığı nesnel temellere sahiptir. Nitekim dün akşamki programın “her şeyi araştırmış” sunucusunun da “özgül ağırlık” ifadesini birkaç kez kullandığını gördük. Ama bunun sebebini anlamaktan çok ama çok uzak bir görüntü çizdi.
Sorun tam da burada başlıyor. Siyasete, partilere ve liderlere ilişkin zihinsel kalıpları bugüne kadar sistemin çizdiği çerçeve tarafından belirlenmiş insanlar, dikkatlerini Vatan Partisi ve Doğu Perinçek’e çevirdiklerinde sadece yeni bir yüz ve taze sözler duyacaklarını zannederken işin o kadar basit olmadığını görüp şaşırıyorlar. Siyaset yapmak denilince kamu kaynaklarını destekçilere dağıtmak, liderlik denilince seçim meydanlarında altından kalkamayacağı vaatlerde bulunmak, basın karşısında röportaj vermek denilince önceden belirlenmiş sorulara yuvarlak laflarla top çevirerek “cevap vermek” şeklindeki beklentiler, Doğu Perinçek’te boşa düşüyor. Bunun yerine siyaseti bilimin emrine veren, analitik düşünen, yazan, tartışan, siyaset üreten, yanlış yapmışsa düzelten ciddi bir lider ve siyasi parti çıkıyor. Yeni bir parti ile değil yeni bir siyasi üslupla karşı karşıya kalınca, eski ezberlerle yeni olguyu anlamaya yönelik çabalar, acınacak manzaralar ortaya çıkarabiliyor. Bazılarının uyum sağlamakta zorluk çektikleri yer burası. Benim görebildiğim kadarıyla dün akşamki programda sunucunun izan, insaf ve mantık ölçülerini zorlayan soruları art niyeti değil, maddeyi anlamamaktan kaynaklanan şaşkınlığı yansıtıyordu.
Dünyanın neresine giderseniz gidin karşınıza iki siyaset yapma tarzı çıkar. Birincisi siyasal sistemin dengeleri içinde hareket eden, bazı kısmi reformlar önermekle birlikte sisteme yapısal eleştirileri ve dolayısıyla köklü dönüşüm önerileri olmayan “merkez” partilerin siyaset yapma tarzıdır. Türkiye’de çok partili rejime geçildikten sonra günümüze kadar siyasal alana esas olarak bu tür partiler damga vurdular ve kitlelerin “siyaset nedir, nasıl bir şeydir, neden yapılır, politikacı ne tür bir insandır” türünden sorularının pratikteki karşılığını bunlar oluşturdular. İkinci siyaset yapma tarzı, bir toplumsal durum analizine dayanır. Toplumun içinde bulunduğu durum ve bu durumun getirdiği çözüm bekleyen sorunlar, belli bir ideolojik duruştan hareketle tespit edilir. Böylece siyasi faaliyet belirli ilkelere dayandırılır ve program odaklı hale gelir. Halk arasında dava partisi diye tanınan bu tür partiler sisteme yönelik esaslı eleştirilere sahiptirler ve liderlerinin dava adamı karakteri taşıması büyük önem taşır. Türkiye’de 12 Eylül 1980’e kadar az da olsa bilinen hatta 1970’lerin kriz koşullarında merkez partileri de ideolojik açıdan etkileyebildikleri için, siyasal faaliyeti kitlelerin gözünde değerli kılmaya hizmet eden partiler bunlar olmuşlardı.
Türkiye’nin üzerindeki ABD tahakkümünün arttığı 12 Eylül sonrası koşullarında, pek çok değer gibi, siyaseti fikir ve program temelinde yapma, ideallere bağlı kalma, halka bağlılık, sade yaşama, dava adamlığı gibi değerler de topluma unutturuldu. Bu yüzden bir liderin hem hayatının on dört yılını hapiste geçirip hem bu cefanın bedeli olarak milyon dolarlık bir belediye ihalesi bile almamış olmasına, bilimle uğraşmayı mutluluk kaynağı olarak tanımlamasına, sistem içi mantık ölçüleri ile “açıklama” getirmeye çalışanlar, kendi birikimlerinin sığlığı ve ufuklarının darlığı dışında bir şey kanıtlamış olmuyorlar.