Siz hangi öyküye oy vereceksiniz?
Seçim kampanyalarını izlediğinizde ne düşünüyorsunuz? Seçmenler acaba adayın şahsına mı, partiye mi, lidere mi, önerilen çözümlere mi yoksa seçim kampanyasının etki düzeyine mi bakarak oy vermeye çağrılıyorlar?
Kitleler, tarihteki sözlerini örgütlü öncüleri aracılığıyla söylerler. Kitleleri yok sayarak salt öncüler üzerinden bir tarih okuması yaparsanız elitizme yuvarlanırsınız. Öncünün rolünü yok sayar ve kitlelerin kendiliğinden erdemine inanırsanız popülizme saparsınız. Sıradan insan kendisinin kayıtsız şartsız “kendiliğinden” erdemine inanma eğilimindedir. Bu nedenle halka söyleyecek sözü olmayan öncülerin kişisel iktidar hırsı ile pompaladıkları popülizm, halkta karşılığını hemen bulur. Popülizm siyasetin boğulmasıdır. Çünkü söyleyecek sözü, yapacak işi olmayan öncünün iktidar hırsını tatmin etmesinin yoludur.
DÖNEMİN ‘HİT’ ŞARKISINI HATIRLAYAN KALMAZ
Popülist bir siyaset ortamında halk liderleri eskitir. Birinin çaresizliğinden bunaldığında, bir başkasını onun yerine ikame ettiğinde kurtulacağını sanır. Pop şarkıcılarının çoğunun kaderi gibi, bir dönemin “hit” şarkısını söyleyeni hatırlayan kalmaz. Pop müzik hep aynı temaları tekrarlar. Ama bir değirmen gibi sürekli şarkıcı öğütüp yeni yüzleri önümüze sürdüğü için sürekli bir şimdiki zaman halinde yaşayıp yeni bir şeyler deneyimliyormuşuz gibi hissetmemizi sağlar. Popülist siyaset ile pop müzik aynı mantığı farklı düzlemlerde üretir. Seçimlerde oyunuzu Turgut Kılıçdaroğlu’na (pardon Kemal Özal mıydı?) ya da Recep Tayyip Ecevit’e (Devlet Erdoğan da olabilir) verebilirsiniz. Bir tarafta neoliberalizmin öldüğünü kabul etmek istemeyenler diğer tarafta büyük güçlerin çizdiği sınırlar içinde millicilik iddiasında bulunanlar var. Son kırk yıldır radyolarda çalan ve farklı şeyler dinliyormuşuz gibi hissettiren şarkılar bunlar!
POPÜLİZM DUYGULARIMIZI OKŞUYOR
Ortada fikir yok, tartışma yok, program yok. Alt alta yazıp topladığımızda aslında siyasetin yokluğu ile karşılaşıyoruz. Buna karşılık “siyasi” partilerin ve adayların “siyaset” yapıyormuş görüntüsü altında atışmaları, gösterileri (show) ve yağma hasan böreği hisse senetlerinin halka arzı var! Popülizm duygularımızı okşuyor. Bir pazar yerindeymişiz de bizi tezgâha döktüğü yeni gelmiş malları kapışmaya çağıran esnafın seslenişini duyuyor gibiyiz: Yetişen alıyor!
Neoliberal sermaye birikimi temelinde inşa edilen postmodern kültür sistemi, siyaseti bir pazarlama nesnesine dönüştürdü. Neye oy vereceğimiz ile neyi satın alacağımız soruları aynı mantığa tabi kılındı. Pazarlamanın temel kuralı, potansiyel müşteride ihtiyaç duygusunun yaratılmasıdır. Fikir ve programın sahayı terk etmesi nedeniyle siyasi partiler ve liderler birer “ürün” olarak pazarlanıyor. Partilerin ne dediği, ne önerdiği, bu önerilerinin geçerli olup olmadığı ve bunları nasıl yapabileceği bizi hiç ilgilendirmesin isteniyor. Oy verme davranışı ürünü satın alma davranışı ile aynı dinamiklere oturtulmaya çalışıldığı için, ürünün kalitesine, işimize yarayıp yaramamasına vb. değil, bize sunuluş öyküsünün cazip olup olmamasına bakarak o partiyi “satın almaya” karar vermemiz bekleniyor. Çoğu ürünü imajı nedeniyle satın alıyoruz. Bir kıyafet hiçbir zaman sadece kıyafet değildir. Statüdür, özgüvendir, başkalarının hayranlığını üzerimize çeken, sizin özgün kimliğinizi çevrenize mesaj olarak veren bir semboldür. Satın aldığınız kıyafet değil bütün bu sembolik anlamlardır.
SATILAN ÖYKÜLER
Partilere oy verirken de semboller pazarlanıyor. Örneğin Kılıçdaroğlu’nun mutfağının arka fonundaki bulaşık bezini pazarlayan “imaj maker” şirketi, ne söylediğini ve ne yapacağını boşver, bu öyküyü satın al diyor. Seçim otobüsünün üzerinde çocukları ve eşiyle uzun zaman sonra ilk defa karşılaşıyorlarmış gibi sarılıp öpüşen aile babası; çocuklara oyuncak dağıtan müşfik hayırsever amca; deprem bölgesinde hüzün çökmüş yüz ifadesi dikkatli basının objektifinden kaçmayan lider; kendisine yapılan haksızlıkları anlatırken duygularına hâkim olamayıp gözlerinden iki damla yaş süzülen bacı; her gittiği köyde namaza duran mümin kardeş… Satın alacak bir dolu öykü sunuyor bize…
Ne kadar benzerlik dayatılmaya çalışılsa da, siyaset bir pazarlama işi değil, partiler ve liderler de ürün değiller. Seçmen adını koyamasa da içten içe bu çarpıklığı seziyor. Bu nedenle uzun zamandır seçim değil boğulma dönemleri yaşıyoruz. Seçmen kitlelerinin negatif oy kullanma ya da sandığa gitmeme eğiliminin anlamı seçimlerin hiçbir şeyi çözemeyeceğini hissetmesidir.
15 Mayıs günü hiçbir şeyi çözememiş bir Türkiye’ye uyanmak istemiyorsak siyasetin hakkını vermek zorundayız. Bunu popülist siyasetçiden beklemek haksızlık olur. Onun derdi başka çünkü. Ne demek siyasetin hakkını vermek? Kim duygularımı daha çok okşuyor demeyi bırakıp gerçek sorunlarımızın gerçekçi çözümlerini kim öneriyor diye bakmak demek. Böyle bakanlar 14 Mayıs’ın kazananları olacak. Çünkü radyoyu kapattığınızda hayat kaldığı yerden devam eder.