Söyle Juliet Sana Ne Yaptım!
Ne zamandı tam hatırlayamıyorum, güç hatırlamak. Emirgan’daki kahvede oturuyordum. Akşam sayılır. Ötelerde, denizde bir lüfer akını olmalı, toplanmış bir sürü tekne, pul pul kaynaşıyor. Işıkları da yeni yakmışlar ya da yakmak üzereler, cami avlusu kadifeden sessiz, halılar tertemiz, mermerler görmüş geçirmiş... Sokaklar bomboş, sanki herkes çekip gitmiş, koca İstanbul hayalet şehir.
Ne işim vardı o kahvede, gerçekten hatırlamıyorum. Bir arkadaşım ölmüştü demek. Arkadaşlarımın ölebileceği yaşa gelmiştim, ölüm var diye düşündüğümü hatırlıyorum bir çakımla, aniden... Ölüm var! Çok eskiler "memento mori" demişlerdi, unutma ölümü! Elimde bir roman, önümde boş ıhlamur bardağı, çevremi nargile dumanları sarmış, her şey her an bir büyüye çevriliyor. Hani Yaşar Kemal Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin başında durup dururken her şeyi sarıya batıran bir sarı yağmur anlatır ya, onun gibi. Büyülü bir an (hep bu büyüye inanırım zaten); yazmak tam budur, her şeyi bir anda büyüye çevirip duran!
Ölüm vardı evet, yanı yöresi eksiliyordu insanın ve ne çok şey yazmıştım orada burada, dergilerde, gazetelerde; kaybolmuş ne çok... Bir yazı macerasıdır. Biliyorum hiçbiri dünyanın en değerli metinleri değildir, en değerli metin ne, onu da zaman gösterir, biliyorum, yine de bunca iz bıraktığım yolda kaybolmuştum. Bir sözüm kalmalıydı şu kubbe üstüne. O toplam orada burada dağınık durmasındı. Ben de ne yaptım o akşam; bir deneme serisi tasarladım. Deniz uzaktaydı demiştim, deniz öyledir ve büyük. İyidir. Aklımda bir şeyler kıpırdanıyor, etraftaki duman dağılıyordu.
Sıradan bir deneme kitabı olmasın diye bölümler, isim formatları, renkler düşünmüştüm. Bak ey okur, kanımca bağlam çok önemlidir! Bir şeyi niye, neyle yaptığım tamam ama nasıl yaptığımla çok ilgilenirim. Bir hikâyemde andığım polis Kadri’ye benzerim. Şu dünyada duruşuma, var oluşuma biçim ararım hep. Bu biçim olmazsa uyumsuz olur olanlar... Edip Cansever, "bu uyum korkunçtur Yakup" diye boşuna demedi.
İşte bu türden kaygılarla ortaya çıktı fakirin sanat ve hayat üzerine doksan dokuz denemeden oluşan kitap dizisi... Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu, serinin ilk durağıydı. Yazı dediğin biraz da kaygı değil mi? Neden olmasın. İnsan bir gün yok olup gider de kâğıt yok olmaz çünkü. Yazı dediğin, insanın bir gün yok olacağı endişesi; yazı, köşeye sıkışmış birinin cevabı zamana... Öyle ya, İnce Memed, her mecburi cinayetinde (onunkiler de cinayet herhalde değil mi) kurşunu attığında beylere, titrer ve söner odadaki lamba... Lambalar yanıp söner habire... Necatigil üstadın Lamba diye şiiri var, odur işte: "Şişesinin etrafına / Siper ettim ellerimi / Sönüyor. / Anlaşılan yağı bitti / Sonra / Sonrası hiç tabi. / Öteki odalarda / Lambalar / Yanıyor..."
Sönmesin ışığım diye çıkagelmişti ilk cilt. Üstelik düşündüğümden daha fazla ilgi göreceğini o zaman bilemezdim. Kahvede otururken üç yılda bir, bir seri daha hazırlar eldeki külliyatı ve arada yazılanları böylece bir çatı altına toplarım diye düşünmüştüm.
Eylül toparlandı gitti, ekim de gider bu gidişle der Turgut Uyar. Bırak ekimi, kasım yarılandı. Kışa giriliyor, hazır mısın ey okurum? Bilirim Bir Kışa Hazırlanmayı adlı şiiri vardı ya Uyar’ın: "Sana bir boyun atkısı gerek. Çünkü kış geldi. / Ve sular bir uzun geçmişe hazırlanır nerdeyse." O boyun atkısı da tamam edildi şimdi, senin için yine. Kışa girerken sıcak tutsun diyerek serinin ikinci cildi yarın sana ulaşıyor: Söyle Juliet Sana Ne Yaptım!
İlk cildin adı, Prevert’in bir şiirinden geliyordu, bu ciltte de en sevdiğim, Shakespeare var. Bu yeni kitap da dünya kadar kalabalık; istasyonlar, otobüsler, ey limanlar, trenler, vapurlar ey! Masamdan geçip gitmiş kitaplar, şiirler; çekmecede kalmış metinler, anılar ve acılar, sevinçler, hayat kırıntıları; hepsi var...
Aylak okur ile tutturduğum söyleşi devam ediyor. Hayata dağılmış bir adamın gizli ajandası, niyetleri, sevdikleri. Dert kitabı, ders kitabı ya da başucu kitabı belki, koy cebine götür yalnız dolaşacağın bir güne, bir okuma macerası olur, kitaplara, şarkılara atar seni, filmlere. O nefis çikolatalı eklerin tarihinden Mısır’daki piramitlere, İran’ın Kum Kenti’ndeki kütüphaneden İstanbul’un sahaflarına, Edip Cansever’den büyük insan Balzac’a; Marmaris limanında pasaport bekleyen Camus’den beynimizin olayları unutmamızı sağlayan genlerine, şu Türkçe edebiyat meselesinden Ataç’a, Hümeyra’nın nasıl güzel bir insan olduğu bahsinden çoktan unutulup gitmiş amigo Karıncaezmez Şevki’ye, Eyüp’ün kıyıda köşede kalmış eski püskü düğün salonlarından ortaçağın müziksiz ve ölümüne dans eden karanlık kişilerine dek, Cemal Süreya’nın deyişiyle dünyaya doğru giden bir tramvay...
Kitapta, Aydınlık’ta bu köşede yayımlanan kimi yazılardan zamanında çeşitli dergilerde yazdıklarıma, edebiyatımıza duyduğum aşkla dolu Daktilo Perileri’nden orada burada yaptığım konuşmaların notlarına, bildirilere dek birçok şey çıkacak karşına... İkinci cildi de böylece tamamlıyoruz ey okur, sırada üç var; muhtemelen onunla da üç yıl sonra buluşacaksın, herhalde sen arada bunu çoktan okumuş olursun.
Bu arada bugün Ankara’da, hem cumhuriyetimizin otuzlu yıllarını, hem güne binaen Gazi Paşa’yı, hem de bu eksende Yakup Kadri’yi, Yakup Kadri Bey’in çölde bir feryat olan romanı Yaban’ını anlatacağım... Üç saatlik bir seminerdir... Kızılay’da olacağız. İlgilenenler 0542 495 35 96’yı arayabilir.
Ne diyelim, size iyi okumalar, bana yeni kitap heyecanları, zamana bırakılan izler. Görüşeceğiz!