16 Kasım 2024 Cumartesi
İstanbul 10°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

‘Söylem üzerine söylem’ ve Ataç

Damla Yazıcı

Damla Yazıcı

Eski Yazar

A+ A-

Eleştiri uğraşının tüm gelişmiş ülkelerde yazın hayatı ile birlikte geliştiği ve günümüze yaklaştıkça vazgeçilmez bir etkinlik olup çıktığı kuşku götürmez. Çoğu zaman iyi şeyler çağrıştırmayı bırakın “yergi” ile eş tutulsa da eleştirinin gelişimi sağlayacak önemli ayaklardan biri olduğu içten içe de olsa sanat adamlarınca bilinir. Buna rağmen romancısından şairine kadar pek çok yazın insanı edebiyat eleştirmenine karşı diş bileyen olumsuz bir tavır sergiler. Ünlü Polonyalı yazar Witold Gobromowicz “Her yazar, günün birinde eleştirinin kendisine yalnızca yararlı olmayacağını değil, okura giden yolda fazladan bir engel olduğunu anlar… Sanırım, eleştirmenin bir düşman, üzerine çiçekler yağdırdığı zaman bile bir düşman olduğunu eninde sonunda anlamamış bir yazar yoktur” diyerek yazar olan sanatçının yaratıcı üstünlüğünü belirgin kılarken, eleştirmeni gereksizleştirir. Ünlü Fransız eleştirmen Sainte- Beuve’nin öldükten yıllar sonra bile Nietzsche tarafından kinin büyük bayağılığıyla “erkeğe özgü olan hiçbir şey yoktur onda” gibi bir saldırıya maruz kalması eleştirmen olmanın büyük nefretlerle cebelleşmek olduğunu da bizlere gösterir.

Bir esin, gözlem ve çaba ile üzerine aylarca, yıllarca çalışılan, hayaller ve umut kabarcıkları ile yaratıcısının zihninde dolanan edebiyat eserlerinin bu yaratım çemberinde varolmayan bir kişi tarafından “yargılanması”nın yazarların öfkesinin altında yatan nedenlerden biri olduğu söylenebilir, fakat bütün serzenişlere, bütün öfke ve alaylara rağmen eserlerindeki esini, gizi, vermek istedikleri iletileri bulsunlar diye “ukalaca” buldukları bu tenkitçileri içten içe bir biçimde de olsa ararlar.

Eleştirinin özündeki anlamlandırma, açımlama, değerlendirme çabası için Roland Barthes şöyle der: “Dünya vardır ve yazar konuşur, işte yazın budur. Eleştirinin konusu çok farklıdır; ‘dünya’ değil, bir söylemdir, bir başkasının söylemidir; bir birinci dil (ya da nesne-dil) üzerinde gerçekleştirilen bir ikinci dil, ya da (mantıkçıların deyimiyle) bir üst dildir.”

“Söylem üzerine söylem” olarak tanımlanabilecek yazınsal eleştiri Türk edebiyatına modern anlamda Nurullah Ataç’la girer. Genç Cumhuriyet’in siyasetten toplumsal yaşama, eğitimden edebiyata kadar her alanda ilkleri yaşadığı bir dönemdir bu. İnkılaplarla eskinin defterleri birer birer kapatılırken, yeni beyaz sayfalar doldurulmaya başlanmıştır. Yeni olana büyük bir şevkle sarılanlar olduğu gibi eskinin izlerinden kurtulamayanlar da mevcuttur, sanat yaşamdır, sanatın doğruları yaşamın doğrularını yansıtır büyük ölçüde, işte bu nedenledir ki, sanat eserlerinin gelişim süreçlerine dair yaşanan tartışmalar bu geçiş dönemlerinin birer aynası gibidir. Bu aynada görülen odur ki, aydınlanmacı fikirlerin yaygınlığı, dil devrimi, Batı ile gelişen etkileşim gibi pek çok olgu edebiyatçıları yeni konulara, yeni biçimlere itmiştir. Ülke siyaseten yeni bir inşa sürecine girdiği gibi, edebiyat ve sanat alanında da yeni bir inşa süreci başlamış, defterin beyaz sayfası büyük tartışmalar ve yeni eserlerle dolmaya başlamıştır. Bu beyaz sayfaya yazan önemli kalemlerden biri Nurullah Ataç’tır.

Tahsin Yücel onun için “Yeni edebiyatımızın ilk adı, en büyük adı, ‘Ataç’ adıydı, şimdi de ‘Ataç’ adıdır.” diyecektir. Kendine has mizacı ve fikirleri ile Türk edebiyatında özgün bir yere sahip olan Ataç, dil devrimi sonrası yazın dünyasını öztürkçeye yönlendirmeye olan büyük tutkusu ile dikkat çeker. Dil ile uğraşır, dil üzerine düşünür. Eğitimini Galatasaray Lisesinde alıp, daha sonra İsviçre’nin Cenevre kentinde Fransızca eğitimini sürdüren Ataç dilimize Fransız, Latin ve Sovyet yazarlarından 50 kadar eser çevirecektir.

Bugün günlük yaşamımızın parçası olmuş birçok sözcük Ataç’ın türettiği ve dile kattığı sözcüklerdir. Elbette bir o kadar da kabul görememiş, dilin içine sinememiş birçok sözcük (Ataç’ın deyişi ile ‘tilcik’) de vardır. Ama onun dile ve dilin kökenine dair uğraşı hiç son bulmaz: “Sevmem ‘roman’ sözünü: Türkçe değil, üstelik ‘r’ ile başlıyor. Hem Türkçe yazılmış bir kitap ‘roman’ olur mu hiç? ‘Roman demek, roman dillerinde, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca gibi Latinceden türemiş halk dillerinde yazılmış masal kitabı demektir. Bugün uzun bir öykü, uydurulmuş bir olayın anlatısı anlamında kullanıyoruz, ama bir sözün kökünü büsbütün düşünmemek de doğru mudur? Ne yapalım ki hep ‘roman’ diyorlar, ben de öyle diyeceğim. Arasam başka bir söz bulurum ya, onu da siz beğenmezsiniz…”

Ataç aksi, eserikli ve sivri dillidir. Bu nedenle denemelerinde ve eleştiri yazılarında eserlerde kullanılan sözcükler üzerine giriştiği tartışmalar kendisine olan öfkeyi arttırır. Ancak onun hışmından neredeyse korkan pek çok yazar dilini giderek Öztürkçeye kaydırır.

Nurullah Ataç, öznel eleştirinin örneklerini verir yazılarında. Hatta Nurullah Ataç’ın odak aldığı bir yapıt üzerine salt eleştiri metni yazdığını söyleyemeyiz. Onun eleştiri metinleri ayrı ve başlı başına birer sanat eseri halini almıştır. Eleştiriyi, eleştirmenin yaratıcılığı ile besleyip yeni bir türe götürür, metinleri böylece eleştiriden denemeye doğru bir yönelime kavuşur. Nurullah Ataç’ın eleştiri yazısının çıkış noktası kıldığı metin bir süre sonra eleştiri metninin içinde küçük bir araç konumuna evrilir. Yazar kendi fikriyatı çerçevesinde, belki de üzerine başka bir eleştiri yazısı çıkarılacak yeni bir sanat eseri ortaya koyar.

Asım Bezirci gibi nesnel eleştiriciler bu durumu “yaratıcılığa özenmek” olarak nitelerler. Nurullah Ataç ise bu fikre karşı olmamakla birlikte, daha da ileri bir savunu taşır, ona göre yeni sanat eserlerini kendi yaratıcılığının süzgecinden geçirmeyen bir kimsede, gerçekten hayranlık yeteneği bulmak mümkün değildir. Yeterli olgunluğa erişmiş bir eleştirinin “çatık kaşlı, fişlere ve formüllere bağlı bilginlerin elinde değil, esere dostça bakan, onunla kaynaşan sanatçıların elinde” gelişeceğini, en güzel örneklerin onların elinde verileceğini söyler. Bu yönüyle Anatole France, André Gide, Octave Mirbeau, Marcel Proust, R. Gourmont gibi izlenimci eleştirmenlerden etkilendiği görülür. Anatole France izlenimci (öznel) eleştiri kuramını şöyle anlatıyor: “İyi bir eleştirici, şahaserler arasında kendi ruhunun serüvenlerini anlatır. Nesnel sanat olmadığı için nesnel eleştiri de yoktur. Eserine kendisinden başka bir şey koymakla övünenler çok aldatıcı bir kuruntunun kurbanıdırlar.”

Ataç edebiyatı kendine gerçek anlamda “dert edinmiş”, inandığı şeyi söylemekten asla geri durmamış, “kendine dahi yalan söylemeyen” bir fikir adamıdır. Yazıları öznel değerlendirmeler çerçevesinde, beğendim/ beğenmedim düzleminde ilerler. Bir yapıtın güzelliğini kavramada sezgiye verdiği önemden dolayı nesnel, çözümleyici, yorumlayıcı eleştiriye karşıdır. Bu akımlara yapıtın büyüsünü bozduğu, özünü zedelediği, güzelliğini yok ettiği için sıcak bakmaz. Nurullah Ataç dar düşünmez, başka düşüncelere de saygı, saygıdan da öte ilgi, anlayış ve kavrayış gösterir. Her ne kadar tartışmalarda sivrilse, iğneleyici ve ironik bir takım serzenişleri olup, inatçı bir karakter sergilese de yazılarının birçoğunda tek yanlı bakıştan öte, farklı yönleri gösterici bir yol tutturduğu görünür.

Herkesin yazılarını merakla beklediği bir edebiyat ortamında o kendini çok fazla yüceltmez: “Tenkit konusu, benim bildiğim, şunun bunun malı değildir; ne kimse kılıcının zoruyla alıp bayrağını dikti, ne de kimseye bağışlandı. Canım ister, o alanda ben de, topal mopal, koşturuyorum atımı.”

Kendi döneminde ve kendinden sonra gelen birçok edebiyatçıyı etkilemiş, onlara yeni yönelimler kazandırabilmiş, sanatın amacı, sanatta güzellik arayışı, yenilik ve biçim konularında düşünsel ve tartışmacı zeminler yaratmış, genç cumhuriyetin uygarlık yolundaki edebiyat dünyasının şekillenmesinde büyük yeri olan Nurullah Ataç bugün dahi okunduğunda çağının ilerisinde bir fikir insanı olarak bizlere çok şey öğretiyor. Çağımızın eleştiri yokluğunu daha çok duyumsatıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar Cumhuriyet dönemi edebiyatına damgasını vurmuş Ataç’ı günlüklerinde şöyle anlatıyor: “Daha Dergah’ta gördüğüm ilk gün üzerimde rastgeldiğini gagalayan ve durmadan konuşan huysuz papağan tesiri yapmıştı. Bir saat sonra gagasında ve ayaklarının ucunda hepimizden yolunmuş bir yığın tüyle, tepemizden doğru halimize hiddetli hiddetli gülüyordu… Şüphesiz çok şaşırttı ve etrafında büyük hiddetler uyandırdı. Yahya Kemal gibi izah ederek konuşmuyordu. Hiçbir dünya görüşüne açıkça dayanmadan, hiçbir inancı istismara tenezzül etmeden sadece zevk denen ve kendisiyle insiyaki olan melekeye dayanarak asıp biçiyordu… Kaleyi içten fethetmesini bilmezdi. Tek başına bayrağı yakaladığı gibi hücuma geçenlerdendi. Fotoğraf çektirir gibi mabeynde bayramlaşmaya gider gibi konuşmaya alışmış bir edebiyatta bu herkesin ayağına basa basa yürüyen adamın hiddet uyandırması tabiiydi.”