‘Suçlamalara karşı gerçekler’
Silivri tutsağı Em.Orgeneral İlker Başbuğ’un Suçlamalara Karşı Gerçekler (Kaynak Yayınları) adlı kitabını okurken, kafamın bir yerinde “Laiklik ve Maskaralık” (09.07.2013) adlı yazım zonklayıp duruyordu. Yazının ilgili yerini birlikte okuyalım:
***
[Bu yazıyı kuşkusuz Anayasa Mahkemesi’nin mevcut başkanı Haşim Kılıç’ı eleştirmek için yazıyorum. İlkin somut bir örnek vereyim, sonra soyut ve kuramsal eleştirilere geçeriz:
Yıl 1962-63. Bornova Er Eğitim Topçu Tugayı’nda asteğmen ya da teğmen rütbesi ile askerlik görevimi yapıyorum.
Albay Talat Aydemir’in darbe girişiminde bulunduğu 22 Şubat 1962 günü Polatlı Topçu Okulu’nda öğrenciydim. 21 Şubat gecesi Okul Komutanlığı kapısında nöbet tutuyordum. Müthiş bir telaş vardı.
Aynı albayın 20 Mayıs 1963 darbe girişiminde Bornova’daki tugayda görevli (teğmen) idim. O sırada üsteğmen rütbesinde olan Org. Doğu Aktulga ve Org.Nahit Şenoğul ile yakın arkadaştık. 27 Mayıs’ın ihtilalci teğmenleri. İkisine de rahmet dilerim.
Gecelerden bir gece Tabur Nöbetçi Subayı idim. Bir vesile ile, Tugay Nöbetçi Subayı olan yüzbaşıya bilgi vermek için komutanlığa gittim. Konu neydi hatırlamıyorum. Yüzbaşı beni oturttu. Çay ısmarladı ve yekten “Siz Allah yoktur diyormuşsunuz!” dedi. Ben hayatımın herhangi bir anında kimseye “Allah yoktur!” demedim, demem. Zırtapozluktur! Yüzbaşıya da böyle bir şeyler demiş olmalıyım. Büyük bir olasılıkla, Doğu Aktulga ve Nahit Şenoğul’a olan yakınlığımdan dolayı ağzımı arıyordu.
Yüzbaşı sonra şöyle bir “problem” sordu:
“Diyelim ki nöbettesiniz. Bu süre içinde namaz vakti geldi. Nöbeti bırakıp namaz kılar mısınız?”
“Namaz için de olsa nöbet yeri terk edilmez!” dedim.
Yüzbaşı önceliği namaza veriyordu. Olayı kimseye anlatmadım. Ama yüzbaşının deli olduğuna karar verdim.
Bu yüzbaşı ileriki yıllarda, Haşim Kılıç’ın eleştirdiği nedenlerden dolayı TSK’dan uzaklaştırılmış olabilir. Doğu Aktulga ve Nahit Şenoğul’a olayı anlatsaydım, 1963 yılında uzaklaştırılırdı. “Nöbeti bırak namaz kıl!” diyen subay TSK’dan uzaklaştırılmayacak mı?]
***
İlker Başbuğ (artık “Orgeneral” demeyeceğim), bu anlattığım dönemde üsteğmen olmalı. 1963 yılında, bir yanda Doğu Aktulga, Nahit Şenoğul ve İlker Başbuğ gibi “Cumhuriyetçi” subaylar, bir tarafta adını hatırlamadığım tarikatçı şişko yüzbaşı.
TSK’da bütün subay ve assubaylar “Cumhuriyetçi” olmak zorundadır ama asla tarikatçı olamazlar. Tarikatçı ile müslümanı birbirine karıştırmasınlar. Bu bağlamda “dindar” sıfatını asla kullanmam. Müslüman, müslümandır. Ama namaz kılmak için nöbeti savsatamaz. Önceliği nöbete değil de namaza veren subay TSK’da görev yapamaz.
2014’te bu türden bir subayın TSK’da bulunabileceğini kabul etsem de 1960’larda olmasını aklım almıyor. Demek ki imalat hataları her zaman olmuş.
***
Birkaç gün önce “din büyüklerine hakaret ettiği” iddia edilen bir yazım dolayisiyle cumhuriyet savcısına ifade verirken de aynı görüşü dile getirdim:
“Anayasayı ve cumhuriyetin temel ilkeleri olan devrim yasalarını savunan bir cumhuriyetçi ile cumhuriyet karşıtı bir mürteciyi, bir tarikatçıyı, bir İslamcıyı, bir şeriatçıyı terazinin iki kefesine aynı anda koymak mümkün değildir. Çünkü cumhuriyetçi meşrudur, şeriatçı meşru değildir.
Sorun ve düğüm işte buradadır. 1923’ten bu yana meşru olmayan mürteci, tarikatçı, şeriatçı İslamcı, o yıldan bu yana meşru olmak, masaya oturmak ve kasanın anahtarını ele geçirmek istiyordu.
1970’lere kadar karşılarındaki en önemli engellerden biri öğretmenler idi. Bu konu Adalet Partisi tarafından halledildi. İmam-hatiplerin kayırılması ve palazlanması sonucu mülkiye, adliye ve zaptiyeye Nurcu sızmaları oldu. Bu sızmalar 1980 ve 90’larda, ayni familyadan Fethullahçı cemaat marifetiyle istilaya dönüştü. Kala kala TSK kalmıştı. Harb okullarına artık sivil lise mezunları alındığı için köstebek ve işbirlikçi bulmak sorun değildi. Kaç kez aklıma geldi, harb okullarına sivil lise mezunları artık alınmasın diye bir yazı yazayım dedim, denk düşmedi.
Doğu Aktulga ve Nahit Şenoğul hayatta olsalardı, katıksız cumhuriyetçi oldukları için, şimdi Silivri’de olurlardı.
***
Düzmece davalar konusunda “Askerin Vesayeti, Dinin Vesayesi” adlı 9 yazı (18-28 Şubat 2013) ve “Pazar Zembilinden Çıkan Sefil Darbe” adlı 10 yazı (9-22 Ekim 2013) yayınladım Aydınlık’ta. Habere dayalı sızlanma yazıları değildi bunlar. Gazeteci yazıları değildi. Silivri zindanlarına ulaşan tarihsel ve sosyolojik süreçlerin incelendiği akademik yazılardı. Ama birkaç gazeteci gözlemi de vardı. Bunlardan biri şöyleydi: Zindanlara kapatılan generaller ve üstsubaylar 2002-2010 arasında dileselerdi, istedikleri zaman darbe yaparlardı. Yapamamak söz konusu değildi. O halde darbe iddiası gerçek dışıdır, safsatadır.
Cumhuriyetçi önder subaylar zindanlara tıkıldıktan sonra AKP tarikatı iktidarı, cumhuriyete karşı İslamcı bir darbe yapmıştır. Zindanlardaki subaylar kışlalarında olsalardı böyle bir darbeye cesaret edemezdi. Fethullahçı cemaatin darbe konusunda AKP tarikatına yardımcı olmasının, bence, hukuki önemi yoktur. Tek sorumlu AKP tarikatı hükümetidir.
***
Suçlamalara Karşı Gerçekler’de beni en çok “Yaşama Dair” (s.61-69) bölüm ilgilendirdi.
Orgeneral İlker Başbuğ’un kendisini sivil (başıbozuk) olarak keşfettiği bölüm. Asker ile başıbozuk aynı anda aynı yerde bulunamaz. Bulunursa, insanı en geç yüzbaşı rütbesinde ihraç ettirir. Tarikatçı, İslamcı subayların da durumu aynıdır: Asker ile başıbozuğun çelişkisini yaşarlar. Televizyona bazen İslamcı bir general çıkıyor. Sesi, konuşması, jest ve mimikleriyle sanki medrese mezunu adam.
***
İlker Başbuğ, “Nazım Hikmet’in yaşamöyküsünden etkilenmiştim. Yattım.
Biraz sonra uyandım. Aklım, ruhum düşüncelerle doluydu. En iyisi herhalde ruhumun içinde duyduklarını yazmaktı. Ben de öyle yaptım” diyor. “Nazım’a” şiirini yazmış.
Doğruyu ve gerçeği söylüyor. Saf ve erden şiir böyle yazılır. Tanıklık ederim!