Suriye cehenneminden dehşetengiz manzaralar
Suriye'de çekilen fotoğrafların yüzde yüz gerçek olduğunu; işin içinde bir dirhem asparagas bulunmadığını; fotoğrafları çeken Sezar adlı kimsenin namusu mücessem bir eleman olduğunu; işin Katar hükümetinin parasıyla kotarılmasının herhangi bir sakıncası bulunmadığını; panayırın zamanlanmasının hesaplı-kitaplı olmadığını kabul ediyorum.
***
Ancak, allame-i cihan tayfasının hoşgörüsüne sığınarak birkaç soru soracağım:
Esed denen Esad bir Karın Deşen Jack mıdır, bir Neron mudur yoksa Caligula mıdır? Seri katil ya da Kazıklı Voyvoda mıdır?
Yoksa nefs-i müdafaa halinde bir aile reisi midir? Bir kader kurbanı mıdır?
Bu memlekette Külyutmazlar var. Ben yutsam onlar yutmaz!
Bu Esed denen Esad, kafayı çekip dört çocuğunu, imam nikâhlı karısını, kaynanasını, kayınbabasını, iki kayınını, üç baldızını kurşuna dizip kıyma makinesinden geçiren bir psikopat mıdır? Davada hiç tahrik unsuru yok mudur?
***
Gelelim imdi Vehbi'nin kerrakesine: Başta komşular olmak üzere ümmet-i Müslümanın, Avrupa İttihadı'nın, ABD'nin ve de Türkiye'nin suçu ve kabahati yok mudur diye sormuyorum. Türkiye söz konusu olduğunda, bütün sorumluluk AKP tarikatı hükümetine ve onun başı Recep Tayyip Erdoğan'a aittir.
Ona ait, çünkü fil olmaya özenen kurbağaya dönüştüğünü anlamadan, Cumhuriyet'in "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini küçümseyerek fırlatıp attı. Küçümsediği şiar Mustafa Kemal'in ağzından çıkmıştı ama Libya'dan, Süveyş Kanalı'ndan Yemen'e, oradan Filistin'e, Arabistan çöllerine, Suriye ve Irak'a savaşmış gazilerin; kanını dökmüş, canını vermiş şehitlerin ortak düşüncesiydi. Hele 1918'den sonra. Arap'tan uzak dur, içişlerine karışma. Paris Konferansı'ndan haberi olsaydı, öyle yapardı.
***
Ah, ah! O meş'um "Van minüt" yok mu? Ki Arapçası "Vahid dagiga"dır. O yok mu? O şeytanın tuzağı yok mu? Egonun dizginlerini serbest bıraktı. Araplara dair, yarım yamalak İmam-Hatip Arapçasından ve birkaç Kur'an suresinden ve gene birkaç dinsel menkıbeden başka bir şey bilmediği için kendisini dev aynasında gördü. Gördü ve kendini, Mustafa Kemal'den, İnönü'den, Mareşal Çakmak'tan çok daha zeki ve çok daha stratej sanmaya başladı. Evropa İttihadı'nın ve Amerika Muttahid Vilayetleri'nin gazına geldi. Oysa Tunus'tan Libya'ya, Mısır'a Arap Baharı'nın aslında ne olduğunu anlamamıştı. Bu turfanda baharda, İngilizce ve Fransızcada "fondation" denen "vakıflar"ın oynadığı rolden habersizdi. Arap baharlarının, İslami rejimlerle sonuçlanacağını sanıyordu.
Suriye'de olanlar; Tunus'ta, Libya'da, Mısır'da olanlara benzemiyordu. Terörcüler o üç ülkede olduğu gibi belli oranda yerli değildi. İthaldi...
***
Bölge lideri, dünya hâkimi lider olmak istedi ve iyice baştan çıktı. Esed olan Esad'a, parmak şıklatarak "Yaylan bakalım!" diyebileceğini sandı. Üç beş saat içinde Şam'da Cuma namazı kılıp kahve içeceğini sanıyordu. Bırak ABD'nin, AB'nin, Suudi Arabistan'ın böyle bir işe izin vermeyeceğini, İsrail'in bile böyle bir densizliği kabul etmeyeceğini anlayamadı.
Allah kimsenin başına vermesin, yalnızlıktan şaşırıp kaldı. Biraderi Esat'a karşı İstanbul'da Haçlı Seferleri tertip etti, sınırları açtı, İslamcı canavarlara silah ve para verdi; milyona yakın Suriyeliyi evinden, yuvasından etti.
***
Gözü öylesine kararmıştı ki Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın aşağıdaki ilkelerini okumaya vakti olmadı. BM Güvenlik Kurulu'nun günün birinde aşağıdaki ilkeleri Türkiye'ye fatura etmesinden korkarım:
Madde 2
Birleşmiş Milletler örgütü ve üyeleri, 1. maddede belirtilen amaçlara ulaşmak üzere aşağıdaki ilkelere uygun biçimde hareket edeceklerdir:
3. Bütün üyeler, uluslararası nitelikteki uyuşmazlıklarını, uluslararası barış ve güvenliği ve adaleti tehlikeye düşürmeyecek biçimde, barışçı yollarla çözerler.
4. Bütün üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerek Birleşmiş Milletler'in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.
7. İşbu Antlaşma'nın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler'e herhangi bir devletin kendi iç yetki alanına giren konulara müdahale yetkisi vermediği gibi üyeleri de bu türden konuları işbu Antlaşma uyarınca bir çözüme bağlamaya zorlayamaz.
***
Demek oluyor ki R.T. Erdoğan, Suriye devletinin meşru rejimine karşı savaşan işgalci teröre şu ya da bu şekilde, gizlice ya da açıkça herhangi bir yardımda bulunamaz, savaş silahları veremez; Suriye karşıtı toplantıların Türkiye toprakları üzerinde düzenlenmesine göz yumamaz.
Bu türden yamuk işler Milli Güvenlik Kurulu'na, muhalefete, TBMM'ye, bürokrasiye iyice danışılmadan yapılmaz ama "van minüt" kahramanı kafasına eseni yapıyor. Yaptığı saçmalıkların kabağı ne yazık ki Cumhuriyet Türkiyesinin başına patlayacak.
***
Yeni Şafak türünden cerideler, piyasaya sürülen Suriye fotoğraflarına mal bulmuş mağribi gibi sarıldılar, bunları sayfa sayfa yayınladılar. İyi ve güzel!
Biri çıkıp "Suriye fotoğrafları ile Gezi olaylarının fotoğrafları arasında hiçbir fark yoktur; Suriye'de öldürülen insanlar ile Gezi olaylarında öldürülen gençler arasında herhangi bir fark yoktur; ölenlerin sayıları arasındaki oransızlık vardır ama barbarlık eşittir" derse, nasıl cevap verecekler?
İşkence fotoğrafları mı? Bu türden fotoğraflar Silivri zindanlarından çıktı ve zindanlarda hâlâ canlı fotoğraflar var.
***
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Suriye fotoğrafları konusunda "Bu yönetim, bir saniye işbaşında kalmamalı ve bu vahşeti işleyenler bir an evvel Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılanmalıdır" diyor. Amenna! Yargılanmalı! Ama Suriye yönetimi de AKP hükümetinden şikâyetçi. Türkiye yerine "AKP hükümeti" demeye dikkat ederek, AKP hükümetinin La Haye'deki aynı mahkemeye gönderilmesini istiyor. Esed denen Esad'la belki orada buluşurlar.