01 Ocak 2025 Çarşamba
İstanbul 10°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Suriye’den tehdit üretmek

Ahmet Yavuz

Ahmet Yavuz

Eski Yazar

A+ A-

Birkaç sene önce, çok emin olamamakla birlikte, iktidar partisinin attığı Ortadoğu’ya yönelik kimi dış politika adımlarını sevinçle karşılamıştım. Harp Akademileri’ni ziyarete gelen Suriyeli dostlarımızla kurduğumuz sıcak ilişkilerde, politik tercihin bu gelişmede rolünün olduğunu görüyor ve hep aynı soruyu soruyordum: Acaba bu politikalar sürdürülebilir mi? 

Bu soruyu sormakta çok haklıydım. Çünkü iki parametrenin gelip dayatacağını öngörüyordum. Neydi bunlar? 

İlki, iç politika-dış politika sütunlarının uyumu sorunuydu. Eğer içerde mezhepçilik yapıyorsanız, aynısını dışarıda da yapmak zorundaydınız. Oysa içeride, devlet mezhepsel temelde baştan aşağı donatılmaktaydı. Laiklik ayaklar altına alınıyordu. O halde, içeride ötelenen mezhebin komşudaki temsilcileriyle dayanışma sürdürülemezdi. 

İkincisi, hem ABD ile uyum içinde olacaksınız hem de Suriye ile dost! İçeride verdiğiniz iktidar sağlamlaştırıcı kavgada desteğini aldığınız abiye karşı gelinemezdi. 

Ayrıca, içeride Atatürk ile hesaplaşırken “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini uygulamak hiç mümkün değildi. 

Dolayısıyla sıklıkla karşılaştığım Suriye heyetleriyle sohbetlerde, içimde yaşattığım bu değerlendirmelerin dışa vurumu konusunda kendime telkinlerde bulunuyordum. 

Çok değil, birkaç yıl önce Ortadoğu’da sınırların değiştirilmesi programı açıklanmışken ve bunun ilk hedeflerinden birisi Suriye iken, başka türlü düşünmenin bir anlamı olamazdı. Gelecek fırtınayı hissedercesine, içimde oluşan kuşku beni rezervli bir iyimserlikten bile uzak tutmuştu. 

Şimdi düşünüyorum da... AKP bu adımları bölge dostluğu adına değil ama “ben elimden geleni yaptım” diyebilmek için atmış! Ve de yazık olmuş...  

TEHDİT SURİYE DEVLETİNDEN DEĞİL, ORTAMDAN 

Bunları yazdıran da Genelkurmay Başkanı’nın Savunma ve Havacılık Dergisinde yer alan söyleşisi oldu. Aydınlık’ta yer alan 26 Mart tarihli habere göre, Suriye devletinden Türkiye’ye askeri bir tehdit söz konusudur. 

Suriye’deki mevcut ortam ülkemize yönelik tehdit oluşturmaktadır. Bunda kuşku yok. Ama Suriye devleti bunun neresinde olabilir? Bana göre hiçbir yerinde çünkü zaten başı yeterince dertte. Bu koşullarda Türkiye’yi daha fazla karşısına almak kendisine ne kazandırır? Neden kimyasal silah kullansın?  

Bu soruların yanıtı açık ve anlaşılır. Ama kamuoyunun bilmediği bir şeyler varsa onu bilemeyiz. 

Tabii Genelkurmay bu değerlendirmeyi hükümetten aldığı politik durum değerlendirmesinin gereği olarak yapmış olabilir. O zaman insan şunu düşünüyor: demek ki asker özgürce değerlendirme yapıp sunamıyor. 

“Savunma Konsepti” yerine “Güvenlik Konsepti” koymak da hemen doğru bir değerlendirme yapmanızı garanti etmiyor. Elbette kavramlar önemlidir ama esas önemli olan, son tahlilde yaptığınız değerlendirmenin hayata uygunluğudur. 

NATO içinde ve şemsiyesi altında Türkiye’nin güvenliğini aramak hayatın doğal akışına pek uygun düşmüyor.  

Suriye’deki ortamdan kaynaklı Türkiye’ye yönelik bir tehdit vardır. Çözümü Suriye devletiyle süratle işbirliğinden geçmektedir. Bu noktaya gelinmedikten sonra kavramlarla oynayarak bir yere varılamaz.  

BİR ŞÖVALYEYİ UĞURLARKEN 

Çocuk yaşta giydiğim üniformayı hep çok sevdim. Ona aşkla bağlıydım. Ütüsüz giydiğimi hiç hatırlamam. Lekelediğimi de... Herhalde bu konuda benden çok daha titiz bir şahsiyetin kimliğini sorsalar, hiç tereddüt etmeden “Albay Muzaffer Tekin” derdim. Biz onu efsane subay olarak tanıdık. Adını ve tavrını öğrenmiş ama hiç yüz yüze gelmemiştik. İki yıl önce, Silivri’de bir tutuklu nakil aracında karşılaştık. Kucaklaştık. O’na içimden gelerek “Komutanım” dedim. Uzun zamandır kullanmaktan sakındığım bu sıfat O’na çok yakışıyordu. Kampüs Revirine birlikte gittik. Üzerinde ütülü takım elbisesi ve kravatı vardı. 

Yıllar önce sergilediği bir şövalye subay tavrı, yüzbaşıyken çok sevdiği elbisesine veda etmesine yol açmıştı. Ama komutanlık vasfı tenine yapışmıştı. Kimsenin de söküp almaya gücü yetmemişti. İşte bu yüzden de Silivri’ye yollanmıştı.  

Türk Ordusu’nun en namuslu adamlarından birine ama en şövalyesine tarihin en hayâsız saldırısı yapılmış ve alçakça bir iftirayla seçkin bir Cumhuriyet hukukçusuna yapılan menfur saldırının failleri arasına sokulmuştu. O’nu bu amansız hastalıkla baş başa bırakan da, haysiyet cellatlarının verdiği cezalar değil, atılan bu iftira olmuştu. En son ziyaretimde, bu iftiranın ruhunda yarattığı tahribatın izlerini avuçlarımın içinde hissetmiştim.  

İnsan doğmuştu. İnsan olarak öldü. Efendilik timsali bir büyük adamı kaybettik. Gülen gözleri, cesur yüreği ve tevazuuyla gönüllerde taht kuran; dürüstlük abidesi gerçek bir vatanseveri yitirdik. 

Milletimiz, aslanların kedilere boğduruldukları bir dönemde, yetiştirdiği en şövalye subayını dün toprağa gömdü. Ruhu şad olsun!