Tanpınar’ın 'Huzur' romanında Batıcılık ve Batı eleştirisi
19. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve idari sefalet Tanzimat’a giden yolun önünü açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari, askeri, iktisadi zorluklarla karşılaşması onun Batı karşısında zayıflamasına, Tanzimat Fermanı ile de Batı’nın üstünlüğünü kabul etmesine sebep olmuştur. Bu çerçevede yapılan ıslahatlar sosyo-kültürel alana büyük etki etmiştir. Batı, burjuva kültürün saltanatını Osmanlı topraklarında da kurmak istemiş, öze temas edemeyen ıslahatlar Osmanlı insanına aşılanmış ve toplum kısa bir süre içinde zaman zaman trajik sayılabilecek değişimler yaşamıştır. İlerleyen yıllarda modernizmle birlikte yüzeysel ve şekilci bir form alan bu yenilenme, toplumun kendi kültürüne yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir.
Tanzimat dönemi'nin Batıcı tavrına karşı Fransız İhtilali’nin siyasi ve toplumsal sonuçlarından ilham alarak çağdaşlaşma ve modernleşmeyi savunan aydınlar da vardır. Kısa bir süre önce Fransa’nın temellerini sarsan ihtilal ateşi istibdat ve monarşi yönetimlerine karşı mücadele veren aydınlarımızın düşünce dünyasını da sarmıştır. Bu ateş Mithat Paşa’dan Jön Türkler’e, oradan İttihat ve Terakki’ye ve Cumhuriyet devrimlerine uzanan sürece kapı aralamıştır. Batı’daki halkçı ve ilerici devrimleri görmemek, Voltaire’in, Rousseau’nun aydınlanmacı görüşlerinden etkilenmemek ve gözlerin Batı’ya çevrilmemesi ilerici aydınlar için mümkün değildir. Bu aydınlar kendi topraklarına yabancılaşmış, ayaklarını başka dünyalara basan insanlar değildir. Özgürlük ve aydınlanma ateşini kendi topraklarında yakmak isteyen aydınlardır. Ancak tıpkı Aydınlanma’nın anavatanında olduğu gibi idealler dikensiz yollardan yürüyememektedir. Bu topraklarda da süreç içinde çeşitli tutarsızlıklar ve yozlaşmış yapılar meydana çıkmış, kafa karışıklıkları, kimlik bunalımları ve “yerini arama” olgularıyla karşılaşılmıştır.
DOĞU İLE BATI ARASINDA
Toplumsal ve tarihsel koşullar, medeniyetler çatışmasını ve Batılılaşma sorununu ilk dönem Türk romanının merkezine oturmuştu. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma anlayışının, ilk roman denemelerinden itibaren 1950’lere kadar edebi eserlere girdiğini, bu eserler aracılığıyla olgunun tartışıldığını görüyoruz. İlk roman denemelerinde yazarlar Doğu-Batı sorununu, yarattıkları karakterlerde fikri derinleşmenin bir aracı olarak kullanmışlardır. Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey ve Rakım Efendi”si, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası”, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Şıpsevdi”si, Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ı, Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” gibi eserlerine baktığımızda ilk dönem Türk romanında alaturka ile alafranganın çatışmasını, alafranga tipin dönüşümünü görebiliriz.
Bu dönemde Doğu-Batı çatışmasını eserlerinde sıkça ele alan yazarlardan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, Batıcılık fikri ile gelişen çelişkinin ve yozlaşmanın sorgulamasını yapması nedeniyle üzerinde durulması gereken bir edebi kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Tanpınar Türk romanında, toplumsal meselelerin romana yansıdığı dönem ile bireysel buhranların filizlendiği yeni bir dönemin arasında yer alır. Psikoloji ve estetiğin ağırlıklı olduğu roman anlayışıyla ilerlerken bir yandan da fikir romanı yazmaktan vazgeçmez. Tanpınar’ın “Huzur” adlı eseri bu harmanın bir ürünüdür. Yazar, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı üzerinden uzun, düşünülmüş, ince ince işlenmiş bir anlatımla yüklü sorgulayıcı bir hikaye sunar bizlere. Tanpınar’ın, roman tekniği ve estetiği üzerine çokça uğraştığı bellidir. Öyle ki bir “huzursuzluğun romanı” olan “Huzur” biçimi yoluyla huzur arıyor gibidir, o kadar dingin ve yavaştır. Ancak “Huzur” iyi bir aşk romanı olmasının yanında, bir düşünce romanıdır da. Tanpınar, Mümtaz- Nuran- Suat üçlüsü ile aşkı işlerken, İhsan- Suat- Mümtaz üçlüsü ile de fikrî sahneye açılır; Batılılaşma, modernizm ve nihlizm üçgeninde ulusal kimlik arayışına girer. Tanpınar, yerini ve kendini arayan topluma ayna tutmaya çalışır. Onun yolu, eskiyle yeni arasında bir köprü kurmaktan ve yeniyi doğru yerde konumlandırmaktan geçer. Fikir hayatımıza katkısı da buradadır. Kuşkusuz bugün “ait olduğumuz yer”i ararken Tanpınar’ın Batıcılık ve Batı eleştirisi daha da anlamlı hale gelmiştir.
Yaşamı, hızlı sosyal gelişmelerin yaşandığı tarihsel bir döneme denk gelen Tanpınar, yaşadığı bu çalkantılı dönemi büyük bir hassasiyetle gözlemleyip, estetik biçimde eserlerinde işlemiştir. Bu eserler sosyo- kültürel tarihin adeta birer belgesi gibidir. Tanpınar’ın modernite ve ulusal kimlik sorunu üzerine düşüncelerini işlediği “Huzur” bu eserlerin en önemlilerinden biri. “Huzur”un baş karakteri Mümtaz’ı, Tanpınar’ın kendi kişiliğinden doğurduğu düşünülürse eserin önemi Tanpınar’ı anlamamız için daha da artıyor. Tanpınar’ı bugün içinde bulunduğumuz şartlara bağlayan öz, bu eserin içinde yatıyor. Taner Timur bu özü en temel haliyle şöyle açıklar ki bizim de Tanpınar’a atfettiğimiz önem budur: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eseri bir kavram karışıklığının, bir fikir huzursuzluğunun ürünüdür. Bu roman, tarihimizin önemli bir dönemcinde ulusal kimliğimizle ilgili ciddi sorunları gündeme getiren, fakat bunlara verdiği yanıtlarla değil, bu bağlamda sorduğu sorularla bizleri düşündüren bir eserdir. Sanırım yazın tarihindeki önemini de bu niteliğinden almaktadır.”
BATI'NIN KRİZİ
“Huzur” İkinci Dünya Savaşı’na doğru ilerleyen dünyanın, fırtına öncesi sessizliğinde geçer. Batı’nın kalp atışlarının arttığı bu dönemde Türkiye’de aydınlar bir takım değerler arasına sıkışmış toplumun bunalımını tartışır. Faşizmin gölgesinde kalan Batı medeniyeti yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Tanpınar “Huzur”un ilk sayfalarında Albert Sorel’in çarpıcı bir sözünü okura sunar: “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur.” Oysa Mümtaz’ın aklında dönen bu söze ilave ettiği yazarın kehaneti daha çarpıcıdır: “Avrupa’nın sonu…” (s. 19)
Yüzü Batı’ya dönük bir Türkiye için, örnek aldığı, içine karışmak istediği medeniyetin yıkımla burun buruna gelmesi ve Cumhuriyet’in gençlik evresinin tamamlandığının düşünülmesi artık bir sorgulamaya doğru yola çıkma zamanının geldiğinin habercisi gibidir. Tanpınar “Huzur”daki karakterleriyle Türkiye’yi ve Batıcılık fikrini bir sandalyeye oturtur ve sorularını sormaya başlar “Çok hareketli, meselelerle dolu bir coğrafyada yaşıyoruz; dünya her an sıkı bir birliğe gidiyor; buhran, buhran üstüne geliyor. Vakıa bugün nisbî bir rahat içindeyiz. Orta Avrupa’ya iktisaden kendimizi bağlamışız; Kliring hesabıyla, şununla bununla geçinip gidiyoruz. Fakat bu muvazaa yıkılabilir, o zaman ne yapacağız?” (s. 266)
Tanpınar kendi köklerinden sıyrılmış bir toplumun kendisine has yeni bir hayat şekli yaratamayacağını söyler. Ona göre medeniyetler geçmişte yarattıklarını geleceğin yaratımına katmak zorundadır. Toplumun gerçekleri arasına maziyi katmazsak onu sadece birer “mazi artığı” haline getiririz. Köksüzlük bir medeniyeti sadece çöküş kültürünün üyesi yapar oysa Tanpınar İhsan’ın ağzından “Ben bir çöküşün esteti değilim.” der ve ekler “Bu çöküşte yaşayan şeyler arıyorum.” (s. 184)
GEÇMİŞİN KÖKLERİNİ DİRİLTMEK
Tanpınar’ın düşünce dünyasını ve toplum, sanat, insan üzerine fikirlerini anlatan en önemli kavramlardan iki tanesi “devam fikri” ve “bütünlük fikri”dir. Bu fikri de hocası diyebileceğimiz Yahya Kemal Beyatlı’dan alır. Yahya Kemal’in Tanpınar’ın yaşamında çok değerli bir yeri vardır, öyle ki “Huzur”da Mümtaz’ın ağabeyi olarak gördüğü ve “bana her şeyi o öğretti” dediği İhsan karakterinin Yahya Kemal olduğu bilinir. İhsan romanda şöyle tanıtılır: “Gençliğinde frenkleri çok iyi okumuştu. Yedi sene ve en parlak devrinde Quartier Latin’de, her milletten bütün yaşıtlarıyla beraber yaşamıştı. Birçok modayı eskitmiş nazariyelerin doğduğunu görmüş, sanat münakaşalarının harman yangını parlayışına katılmıştı. Sonra memlekete dönünce birden bire hepsini, en sevdiği şairleri bile bırakmıştı. Garip bir şekilde yalnız kendimize ait olan şeylerle uğraşıyor, yalnız onları sevmeye çalışıyordu. Fakat ölçü hissini garptan aldığı için kendi zevkimize ait tercihleri öbürlerinden pek ayırmıyordu. Bâkî’yi, Nef’î’yi, Naili’yi, Nedim’i, Galip’i, Dede’yi Itrî ile beraber Mümtaz’a o aşılamıştı.” (s. 44) Tanpınar kendi görüşlerini en çok romanın en olgun kişisi İhsan’ın ağzından dile getirir.
Tanpınar romanıyla okurunda tıpkı İhsan’daki kırılma gibi bir kırılma yaratmak ister. Öğrenilmiş yargıları yıkmak ve farklı bir bakışla kimliğini ona kazandırmayı amaçlar. Ona göre genç cumhuriyet şimdiye kadar mecburi ve önemli bir yığın inkılabın peşinde koşmuştur. Kendi hareket özgürlüğünü elde etmeye çalışmıştır. Ancak artık insanı daha derine inerek oluşturmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalınmıştır. “Şimdi daha büyük ve esaslı zaruretlere uyanmamız lazım. …Şimdi o düzlüğe bir bina kurmamız lazım. Bu bina ne olacak? Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şey biliyoruz. O da bir takım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti.”
Çünkü Tanpınar, Batıcılık fikrinin toplum hayatına yansımasıyla ortaya bir ikilik çıktığını düşünür. Ona göre bu ikiliğin önüne geçilmediği takdirde sonuçları nedenlerinden daha tehlikeli olabilir. Osmanlı’nın gerileme döneminde tutunduğu bir dal olan Batılılaşma bize devşirme hayatlar vererek kendi hayat şekillerimizi yitirmemize neden olmaktadır. “Eski, her zaman yanı başımızda duruyor. Bir yığın yarı ölü şekiller hayata müdahaleye hazır bekliyor. Diğer taraftan yeni ile garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su değiliz; insan cemaatiyiz; ve bir nehre katılmıyor; bir medeniyeti kültürü ile benimsiyoruz; onun için de bir hususi hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz… Sanatımızda, eğlencemizde, ahlakımızda, muaşeretimizde, istikbal tasavvurlarımızda daima bu ikilik karşımıza çıkıyor. Satıhta yaşarken mesut oluyoruz. Derine iner inmez kayıtsızlık ve kötümserlik başlıyor” (s. 264) Oysa Tanpınar devamlılığı değişimden ayrı düşünmez; derinleşmiş, sindirilmiş bir değişimdir onun aradığı ve daha çok bize ait olan bir değişimin peşinden koşar. Ona göre “Değişmeyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir.” (s. 23)
Ancak Tanpınar’a göre ülkelerin şartları vardır. Kendilerine has zorlukları, buhranları, mesuliyetleri… Zaman her ülke için aynı akmaz, bazı ülkeler için bir kanat, bazıları içinse bir demir pranga halini alır. O nedenle her toplum kendi gerçekleri üzerinden yeni hayat formları üretmelidir. Ona göre “biz Shakespeare’in dediği gibi zamana doğru koşmağa mecburuz. Onunla mücadele edeceğiz. Biz her şeyi irademizle yapacağız. Evvela şartlarımızı tanıyacağız, sonra işlerimizi sıralayacağız. …Aileyi, evi, şehri ve köyü tekrar kuracağız… Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız.” (s. 272)
Tanpınar’ın geçmişe bakışı onun “gerici” bir savununun içinde olduğu anlamına gelmez, o inkarı değil şartları değiştirme iradesini savunur. Yeni insanı yaratmaktan yanadır fakat bu insanın öz suyunu başka yerlerde aramasına karşıdır. Kendi coğrafyamızın kültürünü ve medeniyetimizi hor gören Batıcılık sevdasının yozlaşmış biçimlerine karşı çıkar. “Biz şimdi bir aksülamel devrinde yaşıyoruz. Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için, Yunus’u Werlaine, Bakî’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.” (s. 270)
Oysa Tanpınar’ın “Huzur”da durduğu nokta, Batıcılık deneyimimizi de geride bırakan bir noktadır. Bu nedenle Tanpınar Batı kültürünün de bu toplumun kültüründe akisler bıraktığını ve bu nedenle tümden reddedilemeyeceğini savunur. Sentez fikrine buradan ulaşır. Fakat ona göre, mazi icap eden yerlerde tasfiye edilmelidir. Tanpınar, İhsan’ın ağzından “ölü kökleri atacağız” derken maziye bakışını ortaya koyar: “Kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmaya çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli vereceğiz. Ve o şeklini alırken, kendi şarkısını yapacak. …Masal bir anda, biz istiyoruz diye teşekkül etmez. O hayatın içinden fışkırır. Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, garba kendimizi kapatmak! Asla! Ne zannediyorsunuz bizi! Biz şarkın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam ediyor.” Tanpınar’ın süreklilik fikri Batı ile harmanlandığımız süreci de kapsar ve buna ek olarak Tanpınar’da aşkıncılık fikri de gelişmiştir. Var olanın üstüne koya koya gitmeyi, biriktirmeyi savunur: “Zannetme ki, sana kabuğunu kır, diye cevap vereceğim… O zaman dağılırsın! Sakın kabuğunu kırma; genişlet… ve kendine mal et, kanınla işle ve canlandır. Kabuğun kendi derin olsun…” (s. 272)
TANPINAR'IN DOĞU'YA BAKIŞI
Tanpınar sorularıyla siyasi, sosyal ve felsefi olarak okura Türkiye’yi aratır. “Ben Türkiyeyim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kainata, insana, her şeye oradan, onun arasından bakmak isterim.” diyen İhsan’a Suat’ın sorduğu soru, romanın temel sorusudur: “Peki, nedir bu Türkiye?”
Bir tarafı Akdenizli, bir tarafı şarklı, bir tarafı Avrupalı bu karmayı değerlendirirken Tanpınar, Müslüman Şarkın özüne inmeye ve unutulmuş ama ölmemiş bir mirası gözlerimizin önüne sermeye çalışır. Tanpınar’ın Doğu’ya dair yaptığı tespitler aslında onun Batı eleştirisini de oluşturur. Çünkü Tanpınar’ın Doğu’da bulduğu aslında Batı’nın kaybettiği şeydir. Bu nedenle Doğu’ya karşı sahiplenici bir bakış ortaya koyar. “-Şark bu, güzelliği de burada. Tembel, değişmekten hoşlanmaz, geleneklerinde adeta mumyalanmış bir dünya, fakat bir şeyi, çok büyük bir şeyi keşfetmiş. Belki vaktinden çok evvel bulduğu için kendine zararı dokunmuş… -Nedir o?.. -Kendisini ve bütün âlemi tek bir varlık halinde görebilmenin sırrını. Belki de gelecek ıstıraplarını hissettiği için bu panzehiri bulmuş. Ama unutmayalım ki, dünya ancak bu noktadan kurtulur.” Bu tavrıyla “ileri Batı”, “geri Doğu” anlayışını öze bakarak kıran Tanpınar, Şark’a da eleştirel bakmayı ihmal etmez: “Bu buluşta kendisini avuttuğu için hareket imkanlarını az çok azaltmış …Yarı şiir bir hülyada, realitenin sınırlarında yaşamış. Maamafih bu hali benim hoşuma gitmiyor, deve kervanı ile seyahat gibi ağır ve yorucu geliyor…” (s. 182)
Kimilerine göre, özellikle uzaktan bakanlar için Doğu kölelik cennetidir. Ancak Tanpınar’a göre Doğu’nun damarlarında bir hürriyet kanı akmaktadır. Bunu da iki kültürün dini temellerindeki farkla açıklar Tanpınar: “Müslümanlıkta başlangıç günah fikrinin bulunmaması, şu cennetten kovulma hadisesi üzerinde Hristiyanlıkta olduğu gibi durulmaması, bence teolojiden sanata kadar her sahada tesir yapmış bir keyfiyettir…bence bu iki dünya arasında münakaşa zemini bile yoktur. Dikkat edin ki…garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerine kurulur. İnsanoğlu evvela dinde, İsa’nın yeryüzüne inmeye ve orada öldürülmeye, kendisini feda etmeye razı oluşuyla kurtulur. Sonra cemiyette sınıf mücadeleleri ile evvela şehirli, sonra köylü kurtulur. Bir bakımdan biz başından itibaren hürüz.” İhsan’ın bu tezine Suat aykırı tavrıyla karşı çıkar; ona göre “Şark hiçbir zaman hür olmamıştır. O daima sıkı kadrolar içinde adeta anarşist bir fertçilikte kalmıştır. Hürriyetten o kadar çabuk vazgeçer…” İhsan buna önemli bir Batı eleştirisi ile cevap verir: “Müslüman şark, asırlardan beri kendisini müdafaa vaziyetindedir. Mesela biz. İki yüz seneye yakın bir zamandır, hayatî müdafaalarla yaşıyoruz. Böyle bir cemiyette bir nevi kale nizamı kendiliğinden doğar. Bugün hürriyet mefhumunu kaybetmişsek, sebebi muhasara altında yaşadığımız içindir.” (s. 303) Eğer bugün gözlerimizin önünde köle ruhlu bir Doğu tablosu varsa, bu onun yıllardır Batı’nın “medeniyet” ve “insan hakları” yayan saldırıları altında varoluş mücadelesi vermesinden kaynaklıdır.
ÇELİŞKİLERİ SANATLA AŞMAK
Tanpınar, Doğu’da mütevazı ve kendine has bir üslup bulur. Doğu’nun masalsı gerçekleri ve tasavvuf ruhu onda dingin bir zaman yaratır, Tanpınar’ın “Huzur”da aradığı şey, yüzyıllardır şarkta geziniyordur sanki. Tanpınar, Batı’nın kibirli duruşuna sanatçıları üzerinden sivri oklar fırlatırken, Doğu kültürünün sanatkarlarını ele aldığındaysa onların alçakgönüllü duruşlarına vurgu yapar: “Bir Beethoven, bir Wagner, bir Debussy, bir Listz, bir Borodine …Onların çılgın hiddet ve kinleri, bütün hayatı kendisi için hazırlanmış bir sofra zanneden iştahları ve bunları tek başına yüklenebilmek için imkansız bir Atlas gayretiyle gerilmiş gururları, hiç olmazsa şahsiyetlerini değişik planda göz önüne koyan bir yığın nazariyeleri, garabetleri, yumuşaklığı bile etrafındaki her şeye bir aslan pençesi gibi geçen mizaçları vardı. Halbuki bu şöhretsiz dervişin hayatı üst üste kendi şahsını inkardan ibaretti.(Emin Dede) …Onlar bir kilo buğdayın içinde tek bir tane olarak yaşamayı seven insanlardı. Hiçbir azdırıcı ile kendilerini çıldırtmamışlar, saf bir idealin etrafında, içlerindeki hayatın henüz uyanmış mahmur günlerinden yığın yığın baharlar açmakla kalmışlar, sanatlarını bir benliğin behemmahal ikrar vasıtası olarak değil, büyük bütünde kaybolmanın tek yolu tanımışlardı.” Tanpınar, Doğu’nun bu tavrını kudretli bir şey olarak sunarken, bir taraftan da onun bu mütevazı duruşun kurbanı olduğunu da anlatmak ister gibidir. Yayılmacı Batı’nın karşısında, bu naif, kendini sürekli terbiyeden geçiren yapı çok kolay kırılmıştır. Oysa bu terbiye ona özde insanı kazanmaya, sade ve sadece kendisinin olan bir hayatı yaşama dersi vermiştir. Ancak Tanpınar şarkın bunu bir güce dönüştüremediğini ve Batı’nın onun üzerinde tahakküm kurduğunu görmüştür.
Romanın son bölümünde Mümtaz yolda yürürken sokakta kendi arasında konuşan insanlara kulak kabartır. İnsanlar çıkmak üzere olan İkinci Dünya Savaşı’na yönelik sohbet ediyorlardır ve Tanpınar burada Fransa ve Batı aydını için “yozlaşmış millet”, “zavallı Gide”, “zavallı Fransa” gibi tabirler kullanır. Adeta batmakta olan bir gemiye el sallarcasına… Oysa Şarklı tarafımıza “güneş vurmuş tarafımız” diyor Tanpınar “Huzur”da. Her şeye rağmen “-Şark, dedi. Canım şark. Dışarıdan miskin, budala, çaresiz, fakir…Fakat içinden hiç aldanmamağa karar vermiş… Bir medeniyet için bundan daha güzel ne olabilir?”
Tanpınar tüm “defo”larına rağmen Doğu’nun güneşini ruhunda duyar, ona sahip çıkmak ister. Birbirinden ayrı iki medeniyeti tüm güzellikleriyle birlikte yaşatmanın, ona kendimizden bir form vermenin peşine düşer. Osmanlı’nın çöküşünden bu yana Batıcılık fikrinin yaşamımıza girmesiyle iki çehreli insan yaratılmıştır. Bu insanlardan biri de aslında Tanpınar’ın kendisidir. Ancak o hem kendine hem de topluma yeni bir yol aramaktadır. Savunduğu yol, geçmişle geleceği birleştirerek kendi ayakları üzerinde yürüyen bir medeniyeti diriltmekten geçer. Kitabın sonunda Mümtaz’ın bir sabah kendisini “yapışık kardeşler grubu halinde bir yüzü maşrığa, öbürü mağribe bakar, iki vücudu ve dört ayağıyla yan yan yürür gibi gördüğü" korkunç canavardan bizleri kurtarmak ister.
Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar
Dergah Yayınları
391 s.