24 Kasım 2024 Pazar
İstanbul
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

“Tanzimat çocuğu” Abdülhamit

Feridun Andaç

Feridun Andaç

Eski Yazar

A+ A-

“Tanzimat çocuğu” Abdülhamit

I.Giriş

“Nasıl zincire vurdu yirmi milyon şîri(aslanı) bir maymun”[1]

Hegel, sonlu olan her şeyde rastlantı öğeleri vardır der. Bu tanım üzerinden, rastlantı için, sonlu olan her şeyin zorunluluğu denilebilir. Yani sonlu olan için rastlantı, zorunluluktur. Örneğin, II. Abdülhamid’in tahta oturmasına toplumsal gelişmenin bir sonucu diyebilir miyiz? Bu açıdan II. Abdülhamid’in tahta oturması rastlantısal bir gelişmedir. Ancak, II. Abdülhamid’in despot yönetimi, rastlantısal değil, filizlenmiş toplumsal gelişmeye, hâkim toplumsal durumun direnme zorunluluğunun sonuçlarından biridir.

II. Abdülhamid dönemi daha çok, Abdülhamid’in kişisel özellikleriyle eşitlenerek değerlendiriliyor. Abdülhamid üzerine yazılanlar, çizilenler, gösterime giren diziler Abdülhamid’i kişiliği üzerinden öven ya da yeren bir düzlemde yansıyor. Ancak böyle bir değerlendirme yapmak, meseleyi sadece rastlantısal normlarla ele almak gibi eksik bir sonuç doğuruyor. Kuşkusuz tarihte, liderlerin kişisel özellikleri de yer kaplıyor. Sadece bu belirleyeni dikkate alan bir tarih okuması ise, neresinden baksanız, söz konusu dönemi tam manasıyla anlamanın önünde engel oluşturuyor. Liderler daha çok, dönemlerin sınıf çelişmesinin figürleri olarak simgeleşiyor. Abdülhamid’in yerli yerine oturması, döneminin ulusal ve uluslararası çelişmelerinin bir figürü olarak ele alınmasıyla mümkün.

Plehanov, “genel tarihsel koşullar en güçlü bireylerden daha güçlüdür”[2] der. Mustafa Kemal’in, “devrim kanunları bütün kanunların üzerindedir” sözü de benzer bir içerik taşıyor. Liderlerin kişisel özellikleri ancak genel tarihsel koşullarla uyumlanarak toplumsal gelişmede etken bir rol üstlenebilir. Tarihsel koşulların dışında, ondan güç almayan kişisel özelliklerin toplumsal gelişmede belirleyiciliğinden söz edilemez. En fazla toplumsal gelişmeyi geciktirici bir rolleri olabilir ancak sonuç değişmez.

“Bir birey, özellikleri ne olursa olsun, var olan ekonomik ilişkiler üretici güçlerin durumu ile uyum içindeyse, bu ilişkileri ortadan kaldıramaz. Fakat bireylerin kişisel özellikleri, onları, belirli ekonomik ilişkilerden doğan toplumsal gereksinimleri doyurmaya ya da bu gereksinimlere karşı direnmeye az ya da çok yetenekli kılar”[3]

Şöyle bir soru meseleyi daha açık hale getirebilir: Abdülhamid değil de, aynı dönemde, başka bir padişah tahta çıksaydı, tarihin gidişatı değişir miydi? Ya da Siyasal İslamcıların veya liberal tarihçilerin iddia ettiği gibi İttihat ve Terakki olmasaydı, II. Abdülhamid dönemi, tarihimizin en yüksel toplumsal modeliyle sonuçlanabilir miydi?

Cevap açıktır. Bireyler üzerinden tarih okuması, toplumsal gerçeklikten kopan tarihsel sonuçlara ulaşıyor. Tarihi sadece Abdülhamid üzerinden okuyanlar, önünde engel oluşturan Abdülhamid’i yıkarak ilerleyen ve bugün hala aşılamamış en yüksek toplumsal modelle sonuçlanan devrim tarihimizin karşısında konumlanıyorlar.

Liderlerin kişisel özelliklerinin tarihe etkisinin kuvvetli olduğu süreçlerde, bu özelliklerin toplumsal güç ilişkilerinin, genel tarihsel koşulların seyrinin ve toplumsal örgütlenme biçiminin etkisiyle orantılı olduğu biliniyor. Örneğin II. Abdülhamid’in psikolojik ve fizyolojik özellikleri ne kadar baskın olursa olsun ve bu baskı toplumun üzerine ne kadar ağır çökerse çöksün, Jön Türk Devrimi’ne yol açan tarihsel koşulları ve bu devrimin yarattığı toplumsal örgütlenme biçimini engelleyememiştir. Bunu engellemenin biricik koşulu, Jön Türk Devrimi’ni yaratan toplumsal gereksinimlerin doğmamasıyla, toplumsal koşulların oluşmamasıyla mümkün olabilirdi. Oysa yüzyıllar içinde köhnemiş Osmanlı İmparatorluğu yerine, yeni çağın toplumsal gereksinimine uygun olarak, yeni siyasal, ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimleri kendisini dayatmaktaydı. Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nu, başta İngiltere olmak üzere bütün kapitalist güçlerin borçlandırmayla başlayan ekonomik müdahaleleri yarı sömürge haline getirmişti. II. Abdülhamid’in Osmanlı İmparatorluğu’nu her türlü sömürüye açık hale getiren politikaları aracılığıyla emperyalizmin nüfus elde etmesine karşı milliyetçi tepkilerin oluşması da toplumsal gereksinimlerle uyum halindeydi.

II. Abdülhamid dönemini kavramak için, II. Abdülhamid’in hem içeride dospot yönetim biçimine yol açan etkisinin toplumsal koşullarla bağını; hem de Batılı devletlerin ekonomik ve siyasal etkisinin yarattığı durumun Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki tahribatıyla II. Abdülhamid’in ilişkisini incelemek gerekiyor.

II.Yeni bürokrasi sınıfı ve Abdülhamit

Doğan Avcıoğlu II. Abdülhamid için, yeni gelişen Osmanlı bürokrasi sınıfının tepesindeki isimdir[4] diyor. Bu tespit, II. Abdülhamid döneminin özelliklerini açıklaması açısından dikkate değerdir. Çünkü yeni bürokrasi sınıfı, Batı teslimiyetçiliğini ifade etmektedir.

II. Abdülhamid üzerine yapılacak küçük bir araştırmayla dahi, O’nun, Tanzimat öncesi Osmanlı sultanlarından farklı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Abdülhamid, Batı için tipik bir sömürge ülkesi liderinin özelliklerine sahip olacak şekilde, bunu besleyen toplumsal koşullar içerisinde yetişmiştir. Bu yeni bürokrasi sınıfının bütün özellikleri, II. Abdülhamid’in hem Batı’ya yaklaşımını özetliyor hem de iç siyasetteki rolünü açıklıyor.

Yeni tip Osmanlı bürokrasi sınıfının oluşma süreci, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürgeleşme süreciyle birlikte ilerlemiştir. Niyazi Berkes’in “tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikası”[5] dediği 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret (Balta Limanı) Antlaşmasının ardından başlayan Tanzimat, büyük oranda, toplumsal dinamiklerin talepleriyle değil, Batı’nın dayatmalarıyla gerçekleşmiştir.[6] Örneğin, dönemin Hariciye Nazır’ı Mustafa Reşit Paşa, Lord Ponsonby’e yazdığı mektupta, İngiltere’nin imparatorluğa borç vermesi durumunda saltanat-ı seniyyenin “İngiltere ve Fransa devletleriyle gösterilen şerait-i erbaa üzerine tanzimat-ı mukteziye’nin icrasına” hazır olunduğunu ifade etmiştir.[7] Gene İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston yazdığı mektuplarda, II. Mahmut’a, bu doğrultuda öğütler vermiştir.[8]

İleride daha ayrıntılı göreceğimiz gibi, kapitalist ülkeler İmparatorluğa cazip krediler sunmuşlardır. Çünkü sermaye birikiminin gittikçe şişmesi ve hammadde ihtiyacının açığa çıkmaya başlaması yeni pazar ihtiyacı doğurmaktaydı. Tanzimat da bu ihtiyacın ürünü olarak İmparatorluğa dayatıldı. Tanzimat sonrasında yabancıların ülke içi ticaret yapmalarının önü açıldı; “yed-i vahit” denilen tekel yöntemi ortadan kaldırıldı ve gümrük resimleri yabancılar lehine düzenlendi.[9]

Batı’nın Osmanlı İmparatorluğu’na göre birçok alanda öne geçmesi; Osmanlı devlet adamlarının, bu öne geçişin nedenlerini anlamak üzere yaptıkları araştırmalarda, üretim biçimlerini ve ilişkilerini incelemeye ve anlamaya yetersiz kalan sığ birikimleri kaba bir Batı taklitçiliği doğurmuştur. Bu taklitçi Batılılaşma özlemi, Osmanlı İmparatorluğu’nu ilerletecek dinamiklerin üzerinde şekillenmediği gibi, bırakalım Osmanlı İmparatorluğu’nu ilerletmeyi, Batı için olağanüstü imkanlar yaratmıştır.

Tevfik Çavdar, Batı ülkelerinin etkisiyle girişilen yenilenme “atılımlarının” Batı için yarattığı imkanı, “… kendi kurumlarını Osmanlı toplumuna sokarak sömürüsü için güvenilir köprübaşları sağlamak…” şeklinde ifade etmiştir.[10] Kurulan bu köprübaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nu İngiltere için hem sermaye ihraç edebileceği geniş bir pazar haline getirmiş hem de hammadde sağladığı bir cennete çevirmiştir.

Kuşkusuz bu imkanlar neticesinde sömürge tipi devlet yöneticisi yaratmaya olanak tanıyan kültürel bir zemin de oluşmuştur. Batı’nın sömürge tipi devlet yöneticisi ve aydını yaratma politikası Tanzimat’la birlikte başlamıştır ve beraberinde gelen reformlarla ve Avrupa finans kapitalinin Osmanlı üzerindeki artan etkisi sonucu, Osmanlı yöneticilerinin ekonomik ve mali çıkarlarını Batı’ya bağlamasıyla birlikte pekiştirilmiştir. Attila İlhan, Said Halim Paşa’nın ağzından şunları aktarıyor:

“Milletçe yükselmek için Batı medeniyetinden istifade etmek lüzumunu duyduk. Bu düşünce, nasıl olduysa, bunun için mutlaka Batılılaşmamız gereklidir gibi yanlış bir kanaat doğurdu. İşte bütün gayretlerimizi faydasız ve güdük bırakan, en esaslı yanlışımız bu olmuştur. Bu yanlış kanaatten bir de kurtulmak için her bakımdan Batı milletlerini taklide mahrumuz fikri doğmuştur ki, bu da öteki kadar kötü ve yersizdir. Ne yazık ki, bu kanaat ve zanlara uyarak, bütün varlığımızla taklide koyulduk, bunu o kadar başardık ki inancı, his ve ananesi, ilim ve fenni tamamen taklitten ibaret sahte bir dünya kurabildik…”[11]

Said Halim Paşa, Osmanlı yönetici sınıfının durumunu çok net açıklıyor. Osmanlı devlet adamlarının kurdukları bu “sahte dünya”nın mahiyeti Abdülhamid döneminde daha çok açığa çıktı. François Georgeon, Abdülhamid’in, Tanzimat dönemine “doğrudan katılan aktörlerden biri olmasa da bir ‘Tanzimat çocuğu’…”[12] olduğunu vurgulamıştır. Başta kendisi olmak üzere Tanzimatla birlikte yeni filizlenen sömürge tipi yönetici sınıfı Abdülhamid döneminde olgunluğuna ulaştı. Doğan Avcıoğlu II. Abdlhamid’in çevresinin Batı ajanlarıyla çevrili olduğunu aktarmıştır:

“Osmanlı Bankası Direktörü Pangiris, Sultan’ın mali müşaviridir. Banka Sultan’ın kişisel servetini yönetmekte ve sıkıştığı zaman ona para vermektedir. Düyunu Umumiye meclisinde bulunan ve daha sonra Vickers tekelinin direktörlüğünü yapan Sir Vincent Caillard, Sultan’ın uzun yıllar İngiltere Başbakanı ile ilişkilerini yürüten mutemet aracı olmuştur. Hariciye Nezareti, yabancı tekellerin adamlarıyla doldurulmuştur. (…) Abdülhamit’in yakınları, yabancı şirketlerin mutemet adamları kesilmişlerdir. Sultan’ın sırdaşı Kamil Bey yabancıların ünlü ajanlarındandır. (…) Sultan’ın yakını Hasan Fehmi Paşa, bir Osmanlı Fransız şirketinin başkanıdır. Yabancılara verilen tütün tekelini yürüten Reji’nin İdare Meclisi üyelerinden biri, Sultan’ın katibi Nuri Bey’dir. Başka bir katibi, Süreyya Paşa, kurşun madeni işleten yabancı bir şirketin başkan yardımcısıdır. Hamdi Bey, Galip Paşa, Selim Paşa gibi Sultan’ın yakınları, Alman ve Fransız şirketlerinin ortaklarıdır.”[13]

Bu tablo Abdilhamid döneminin en sade tanımı olaral değerlendirilebilir. Yeni bürokrasi sınıfı, Batı’ya bağlı yönetici modelidir. Osmanlı devlet adamlarının neredeyse tamamı Batı ajanlarına dönüştürülmüş, Osmanlı maliyesi Avrupa kapitalistlerinin çıkarlarının denetimine geçmiştir.

Abdülhamid’in bu tablonun sorumluluğunun dışında bırakılması mümkün değildir. Kurduğu güçlü hafiye ağıyla her şeyin bilgisine hakim olan Abdülhamid’in, burnunun dibindeki yöneticilerin durumuna hakim olmaması gerçeği yansıtmıyor. Aksine, emperyalizmin ürünü bu yeni bürokrasinin mimarı bizzat Abdülhamid’in politikalarıdır. İmparatorluk toprakları içerisinde muhalefet en sert yöntemlerle ezilirken, Mithat Paşa gibi namuslu devlet yöneticileri bir bir tasfiye edilirken oluşan boşluk, Batı’nın her türlü dayatmasına kucak açan devlet yöneticileri tarafından doldurulmuştur.

III.Borçlandırma

Abdülhamid’in başında bulunduğu, Batı’ya bağlı yeni bürokrasi sınıfının yaratılması, Avrupa sermayesinin Osmanlı topraklarında rahatlıkla at koşturabilmesinin koşullarını da yarattı. Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı sömürgeleşme sürecinde II. Abdülhamid dönemi belirleyici olguları çokça bünyesinde barındırıyor. Bu bağlamda, Avrupa finans kapitalinin borçlandırma, borç yönetimi ve demiryolu uygulamaları özellikle üzerinde durmayı gerekli kılıyor.

Feodal toplum formasyonunun olgunluğa ulaştığı XI. yüzyıl sonrasında, çıplak emek olarak gerçekleşen rantın, köylü mülkiyetinin gelişmesi ve ticaretin başlaması sonucu ayni ve para biçimindeki ranta dönüşmesi ve ticaret burjuvazisinin ve küçük sanayinin oluşmasıyla filizlenen Batı kapitalizminin, 19. yüzyılda borçlandırma, borç yönetimini denetim altına alma, demiryolu yapımı gibi uygulamalarını, sermaye birikiminin o günkü özgül yöntemleri olarak okumak gerekir.

Batı sermayesinin emperyalist karakter kazanmasıyla birikte borçlandırma, borçlandırılan ülkenin gümrüklerinin ve ticaret politikalarının yönetilmesi, mali denetim uygulanması sonuçlarını doğurdu. Bu yöntem, biriken Batı sermayesini yeni pazarlara kavuşturdu ve sermayenin etkinlik alanını yaygınlaştırdı.

19. yüzyıl Mısır tarihi borçlandırmanın özgün örneklerindendir. Mısır’ın hızla büyüyen devlet borcu Avrupa sermayesi için olağanüstü imkanlar doğurmuştur. Mısır, özellikle Süveyş Kanalı’nın yapımıyla birlikte Batı’nın denetimine girdi. Mısır’ın, Suveyş şirketinin toplam sermayesinin yüzde kırkı kadar hisse senedini almayı taahhüt etmesi, İngilizlerin işgaline yol açacak muazzam devlet borcunun başlangıcıdır.[14] Bu tarih itibariyle borçların ardı arkası kesilmemiştir. Konumuzun esasını oluşturmadığı için ayrıntılara girmiyoruz. Ancak borçlandırma en sonunda, Mısır maliyesinin Fransız ve İngiliz sermayesinin ikili denetimiyle ve 1882’de İngiliz askerlerinin Mısır’ı işgaliyle sonuçlandı.

Avrupa sermayesinin borçlandırma programının basit gerçeğini Lüksemburg şöyle ifade etmiştir: “Uçsuz bucaksız topraklar, sınırsız işgücü ve sayısız emek ürünleri devlete vergi olarak intikal etmekte, sonuç olarak da Avrupa sermayesine dönüştürülmekte ve birikime konu olmaktadır.”[15] Mısır başta olmak üzere birçok örnek, Batı’nın sermaye birikiminin arkasında zor gücü olduğunu göstermektedir.

Osmanlı da benzer süreçten geçmiştir. Kırım Savaşı’na kadar İmparatorluk Batı’dan borç almak konusunda direnmişti. Ancak Osmanlı’nın içine düştüğü ekonomik bunalım ve Kırım Savaşı’nın getirdiği ağır yük bu direncin kırılmasıyla sonuçlandı. 1800’lerin son çeyreğinde ise Batı’nın borçlandırma yöntemi, ülkenin ipotek edilmesiyle sonuçlandı. Abdülhamid döneminde yayınlanan Muharrem Kararnamesi ve onun yarattığı Duyunu Umumiye, İmparatorluğun mali denetimini ve yürütmesini Batı’ya teslim etmiştir.

Bugün Abdülhamid’in “vatanseverliğinden” söz edilmektedir. “Abdülhamid vatanseverliği” İmparatorluğu Batı’nın her türlü sömürüsünün açık pazarı haline getirirken, kendi kasasını ihmal etmeyi unutmamıştır! Doğan Avcıoğlu şunları aktarıyor:

“150 parça çiftlik, bankalara yatırılmış ve borsada işletilen menkul değerler, bazı fabrikaların gelirleri ve bir kısım vergilerden alınan pay, çeşitli komisyonlarla artarak Sultan’ın servetini teşkil etmektedir. Abdülhamid’in tahttan indirilişinden sonra, para sıkıntısı içindeki İttihatçılar, devlet ittiyaçlarında kullanmak üzere, Abdülhamid’in servetini ele geçirmeye çalışmışlardır… İttihatçılar, Abdülhamid’in saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde, servetin büyük kısmının yabancı bankalarda saklandığını öğrenmişlerdir. Müslümanların Halifesi… altınlarını ve hisse senetlerini, ancak yabancı büyük bankalarda güvenlikte görmüştür… Credit Lyonnais ve Deutsche Bank’ta bulunan para ve hisse senetleri devlete intikal etmiştir. Bunun o zamanın parasıyla 4 milyon Lirayı bulduğu” yazılmıştır. “Asıl servetini gayrimenkuller teşkil etmektedir. Abdülhamid Suriye, Mezopotamya, Arnavutluk v.b.’de yüzbinlerce hektar araziyi özel mülkiyetine geçirmiştir. Irak’ta petrol bulunan alanları da kendi hesabına kapatmıştır.”[16]

Bir yandan Kıbrıs, Mısır gibi Osmanlı toprakları İngilizlere “satılırken”, diğer yandan Abdülhamid servetine servet katmaktaydı. Ayrıca, Abdülhamid döneminde bazı meslek grubunda çalışanların aldıkları ücretlerin verileri ise, halkın yiyecek ekmeği zor bulduğu yönündedir. Çetin Yetkin, Enver Ziya Karal’ın ağzından şunları aktarıyor: “İstibdat devrinde, padişah zengin, paşaları zengin, hıristiyan halkın büyük bir kısmı refahlı idi. Müslüman halktan da hali vakti yerinde olan bazı ağaların dışında ise halk sefil ve perişan idi.”[17]

IV.Demiryolları

Batı için, özellikle demiryolu yapımı, Osmanlı İmparatorluğu gibi daha çok tarımsal ekonomik modele dayalı, kapitalist olmayan ülkelerin parasının sermaye haline gelmesini ve Batı işçi sınıfı için tüketim fonuna dönüşmesini sağladı.

İmparatorluk topraklarının transit ticarete uygun hale gelmesi, 1856 Paris Kongresi’nden sonra yenilenen ticaret anlaşmaları sonucudur. Batı ülkelerinin teşviki ve bizzat üstlenmeleri sonucu demiryolu inşaatlarının yoğunlaşması bu tarih sonrasıdır.

Haydar Kazgan, Batı’nın demiryolu girişiminin pek değinilmeyen bir yönünü vurguluyor:

“Bilindiği üzere, hızla gelişen demiryolu yapımcılığı, bununla ilgili sanayilerin de hızla gelişmesine sebep olmuştu. Ancak, demiryolu malzemesi ve inşaatı araçları ile lokomotif ve vagon imalatı sanayi düzeyine çıkınca, maliyetleri düşürmek için çok sayıda imalat gerekiyordu. Fakat, iş bununla da bitmiyor, hızla gelişen demiryolu işletmeciliği ve teknolojisi gerekiyordu. Bu sebeple demiryolları şirketlerinin en önemli problemi, teknolojik yenilemeye açık olabilmek için, eldeki iktisadi yönden hurda olmuş araç ve gereçlere müşteri bulmaktı. İşte, demiryolculuğun Avrupa’dan Hindistan’a ve Güney Amerika’ya, Afrika ve Osmanlı ülkelerine doğru hızla yayılmasının sebebi bu idi…”[18]

1866 yılında tamamlanan İzmir-Aydın demiryolu inşaatı Batı’nın keşfettiği bu “fırsatçılığın” özgün örneklerindendir. Ancak demiryolu yapımının Batı için esas önemi, ekonomik paylaşım bakımındandır. Demiryolu yapımı Batı’nın ekonomik tekel ve siyasal boyunduruk politikalarına hizmet etmiştir. Örneğin Çin’de, Quin Hanedanı’nın izniyle inşa ettiği Mançurya demiryolunda çalışan mühendisleri korumak için asker gönderen Rusya İmparatorluğu, Mançurya işgaline bu yöntemle zemin yaratmıştır.

Demiryolu yapımı sermayenin ezilen uluslara zor yoluyla dayatılmasıdır. 1850-1880 sonu arasında İngiliz sermayesi, daha sonra ise Alman sermayesi Asya’ya demiryolu aracılığıyla akmıştır. Kapitalist ülke içi artı değere talebin azalması, sermayeye dönüştürülemeyen bir artı değer yaratmıştı. Bu artı değer demiryolu aracılığıyla sermayeyi realize etmiştir. Bu açıdan demiryolu tipik bir sermaye yatırımıdır.[19] Bu yatırım sadece parasal değil, Kazgan’ın da işaret ettiği gibi, demir, kömür gibi maddi biçimlidir de. İngiltere ve Almanya’nın demiryolu yapımıyla birlikte söz konusu ülkeye ihracatının artması da bu duruma kayda değer bir örnektir.

Demiryollarının tarihi emperyalizmin tarihidir. Berlin-Bağdat Demiryolu projesi, bu açıdan, araştırmacılara zengin bir deneyim sunmaktadır.

Bu makalede ayrıntılara girmeyeceğiz. Ancak konumuzla bağlantısı açısından şunu vurgulamayı gerekli görüyoruz: Batı’nın Asya topraklarını kapitalist sömürüye açık hale getiren demiryolu projeleri Abdülhamid desteklidir. Berlin-Bağdat demiryolunun imtiyazını Almanlara veren Abdülhamid’tir. Aynı tarihlerde başka birçok emperyalist projeye de destek verilmiştir. Zaten İmparatorluk, Anadolu topraklarından geçmeyen demiryolu yapımına karşıdır.

II. Abdülhamid’in, Bağdat Demiryolu projesine verdiği destek üzerinden amacı şöyle özetlenebilir: Ulaşımın kolaylaşması sonucu otoritesini ülkenin tamamına yaymak; Pan-islamist politikasına dayanak sağlamak. Bu bağlamda yapılan, otorite karşılığında İmparatorluk topraklarını sömürüye açmaktır.

Bağdat Demiryolu şirketine tanınan imtiyazlar ise, Abdülhamid’in, Batı’ya ekonomik bağımlılığın farkında olduğunun en büyük kanıtı niteliğinde. Bağdat Demiryolu şirketi, 3 Mart 1903’de çıkan bir kanunla kuruldu ve verilen imtiyazlar sonucunda “devlet içinde devlet” haklarına kavuşturuldu.

Tevfik Çavdar imtiyazları altı maddede özetliyor [20]: Şirketin demiryolu inşaatı ve işletmesinde kullanacağı hazine toprakları bedava olarak verilecek; devletin arazisinden çıkarılacak kum gibi maddeler için kira vb ödenmeyecek; demiryolunun ihtiyaç duyacağı ağaç ürünleri devlet ormanlarından bedava sağlanacak; demiryolunun iki tarafında yirmişer kilometrelik arazi içerisindeki bütün madenlerin işletme hakkı şirkete bırakılacak; şirket demiryolu boyunca arkeolojik kazılar yapabilecek ve bulduklarına tasarruf edebilecek; imtiyazın süresi boyunca şirket, demiryolunun geçtiği topraklardan sağlayacağı gelirlerden dolayı vergi, pul vb resimlerden muaf tutulacak.

Bu imtiyazlar, Tanzimat’la başlayan ve II. Abdülhamid döneminde yoğunlaşan Batı teslimiyetçiliğinin sadece ekonomik değil, siyasi boyutuna da işaret etmektedir. 1908 Devrimi’nin maliye bakanlarından Cavid Bey, “Bağdat demiryolunun Türkiye’nin siyasi hayatını zehirlediğini” vurgulamıştır. Gene Cavid Bey’in, “Bu hattın imtiyazı yabancı sermayedarlara verilmemiş olsaydı, devrim hükümeti karşılaştığı siyasi ve ekonomik sorunları daha kolaylıkla çözebilirdi” tespiti çarpıcıdır.[21]

Bugün hurafe senaryolarla üretilen televizyon dizilerinde İngiliz elçisini tokatlayan Abdülhamid, gerçekte, Batı karşısındaki en yüksek teslimiyet bayrağıdır.

V.Sonuç

Osmanlı İmparatorluk tarihinde Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet Devrimi’yle sonlanan dönem yarı sömürgeleşme dönemidir. Batı sermayesinin etkinlik alanını genişleten uygulamalar, bir paradigma olarak bu dönemin rotasını, dünyadaki uluslararası dengeler içerisinde önümüze getiriyor. Bu dönem bir bütün olarak incelendiğinde, Osmanlı’nın iç ve dış dinamikleri bu dönem içerisinde değerlendirildiğinde bir tarihsel vakıa olarak Abdülhamid yerli yerine oturuyor.

Yarı sömürgeleşme döneminde imparatorluğun hâkim siyasal yönelimi, Avrupalı devletler arasındaki dengeyi hesaplayarak ayakta kalmak üzerine kurulmuştu. Oysa I. ve II. Meşrutiyet Devrimleri Osmanlı için, ekonomik ve siyasal bağımsızlığın ve Avrupa karşısında başı dik yaşamanın, sınıfsal karakterinin çevrelediği sınırlılık içerinde bir formülüydü. Abdülhamid’in politik dengeciliğinin teslimiyetçi çizgisi bu formülün karşısında konumlandı.

Abdülhamid’in, 19. yüzyılda yükselen milliyetçi dalgaya ve onun devrimci programına düşmanlığı, Batı teslimiyetçiliğinin bir ürünü olmakla birlikte, bunun ötesine geçen nedenler de barındırıyor.

19. yüzyıl İmparatorluklar çağının son yüzyılıdır. II. Abdülhamid’in tahta oturduğu tarih, Avrupa’da, imparatorlukların büyük oranda sona erdiği, monarşilerin yıkıldığı, demokratik devrimlerin hayata geçtiği tarihtir. Abdülhamid, 1870 yılında Almanya’nın ve İtalya’nın birliklerinin sağlanmasıyla Avrupa’da Devrimler Çağı’nın kapandığı tarihten kısa bir süre sonra Sultan oldu.

Bu tarihsel gelişmenin Osmanlı İmparatorluğu açısından şöyle bir sonucu vardır:

Burjuva Demokratik Devrimleriyle, bu devrimler sonucu gelişen toplumsal-ekonomik sistem arasındaki ilişki: Gelişen burjuva sınıfı, ticaret ve sanayinin önünde engel olan feodal parçalanmışlığı ortadan kaldırarak, sanayi ve ticaret sermayesini geliştirdi. Bankacılık sistemi, madencilik, metal ve tekstil üretimi, yeni coğrafyaların keşfi… Tüm bu gelişmeler, yağmanın, fetihlerin ve zenginlik birikiminin araçları haline geldi.[22]

Avrupa’da kapitalizm gelişmesini neredeyse tamamlamışken, çökmekte olan Osmanlı feodalitesi, Batı’nın sömürge damarlarını açmak için dayattığı Tanzimat reformculuğuyla “direniyordu”. Dünyadaki çağ değişiminin yarattığı gelişmelerin etkisiyle ve 19. yüzyıl itibariyle emperyalistleşen Avrupa sermayesinin Osmanlı üzerindeki denetimine tepkiyle gelişen milliyetçilik, böylece, hem emperyalizm tarafından hem de Osmanlı’nın feodal hâkimleri tarafından baskılanıyordu.

İdeolojik düzlemde, Abdülhamid’in bugün açısından da doldurduğu konumun temelinde devrim düşmanlığı yatmaktadır. Abdülhamid’in devlet aygıtına toptan el koyarak kurduğu mutlakiyetçi rejimin ulus devletin filizlenen programına direnme zorunluluğunun, toplumsal muhalefetin boğulması, on yıllarca süren istibdat uygulaması, sansür, hafiyelik gibi sonuçları oldu. Devrim düşmanlığı, Avrupa sermayesinin Osmanlı ülkesine akmasına karşı teslimiyetçi bir çizgi izleyen Abdülhamid rejimini garanti altına almanın, hem Batı sömürüsünün süreğenliği açısından Batı için hem de Abdülhamid’in iktidarının süreğenliği açısından Abdülhamid için kaçınılmazdı.

Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi Abdülhamid rejiminin filizlenen toplumsal gelişmeye direnme zorunluluğu, Abdülhamid’i, bir krizden bir krize sürüklenen Osmanlı İmparatorluğu’nda 33 yıl süren politikalarda, dışarıda teslimiyetçiliğe, içeride despotizme itmiştir.

Bugün açısından Abdülhamid devrim düşmanlığıyla eş değerdir.

Dipnotlar

[1] Şair Eşref bu dizesinde II. Abdülhamid’i kastetmektedir.

[2] G. V. Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü, çev. İbrahim Altınsoy, Kaynak Yayınları, İstanbul: Aralık 1982, s. 22.

[3] A.g.e., s. 38.

[4] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara: Şubat 1969, s. 100.

[5] Niyazi Berkes, Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler, Kaynak Yayınları, İstanbul: 2002.

[6] Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: Şubat 2011.

[7] Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara: 1985, s, 142.

[8] Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, Say Kitap, İstanbul: Eylül 1984, s, 260.

[9] Haydar Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, Roma Yayınları, Ankara: Haziran 2005.

[10] Tevfik Çavdar, Osmanlıların Yarı-Sömürge Oluşu, Ant Yayınları, İstanbul: Ocak 1970, s. 33.

[11] Attila İlhan, “Tanzimat’ın Tabii Sonucu Sevres Antlaşması’dır”, Teori, sayı: 93, Ekim 1997, s. 27-29.

[12] François Georgeon, Sultan Abdülhamid, İletişim Yayınları, İstanbul: 2016, s.23.

[13] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Bilgi Yayınevi, Ankara: Şubat 1969, s. 99.

[14] Rosa Lüksemburg, Sermaye Birikiminin Tarihsel Koşulları, çev. Neyyir Kalaycıoğlu, Kaynak Yayınları, İstanbul: Eylül 1984, s. 124.

[15] A.g.e., s. 134.

[16] Doğan Avcıoğlu, a.g.e., s. 101-102.

[17] Çetin Yetkin, A.g.e., s.336.

[18] Haydar Kazgan, a.g.e, s. 101.

[19] Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul: şubat, 2016.

[20] Tefvik Çavdar, a.g.e., s. 130-131.

[21] http://www.enternasyonalforum.net/tarih/3407-osmanli-imparatorlugunda-alman-koridorubagdat-demiryolu.html erişim: 4.4.2017

[22] Maurice Dobb, Kapitalizmin Dünü ve Bugünü, çev. Feyza Kantur, İletişim Yayınları, İstanbul: 1990.

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları