Tarih yapmadan tarih yazmak
Atatürk, Anadolu’ya çıkmadan önce Damat Ferit’in isteği üzerine Vahdettin’le görüşmüştü. İngilizlerin daha mütecaviz davranmak için bir gerekçeye bile ihtiyaç duymadıkları kesin yenilgi koşullarında, hükümetin Mustafa Kemal’den istediği, Karadeniz dolaylarındaki Türk çete direnişini ortadan kaldırmasıydı. Saray ve hükümet, böylelikle işgalcilerin Rum ve Ermenileri Türk zulmünden korumak için daha atak davranmalarının engellenebileceğini hesaplıyordu. Vahdettin’in derdi, İngilizlerin Saray’a girmesine ve Osmanlı’nın görünüşteki siyasi bağımsızlığını hepten ortadan kaldırmalarına engel olabilmekti. Mustafa Kemal’e söylediği, “Paşa, paşa devleti kurtarabilirsin” sözlerinde ifade edilen “devlet” Vahdettin’in atalarından miras kalan ve şahsi mülkü olan tahtından başka bir şey değildi.
Türk Tarih Kurumu’nun (TTK) 2014 tarihli Vahdettin Ayrılış belgeselinde yukarıdaki sahnenin bağlamından kopartılarak aktarılması geçen hafta yeniden gündem oldu. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıktıktan sonra Türk direnişini bastırmak şöyle dursun, o direnişi örgütlemeye çalıştığı anlaşılır anlaşılmaz İstanbul’da neler yapıldığı biliniyor. Önce geri çağrıldı, sonra görevden alındı, hakkında tutuklama ve idam fermanı çıkartıldı. Bu da olmayınca milli güçlerin üzerine silahlı unsurlar sürüldü. Bütün bunlar Vahdettin’in işleri değilmiş gibi yapmak ve ondan bir Kurtuluş Savaşı başlatıcısı çıkarmaya çalışmak, yeni bir tarih kurgulamak anlamına geliyor.
Boşuna “Yeni Türkiye” demiyorlar. ‘Yeni Türkiye’ sadece geçmişin siyasal olarak kötülenmesi yoluyla meşruiyet arayışı değil aynı zamanda Türk toplumuna yeni bir siyasal kimliğin giydirilmesi çabasının kod adı oluyor. Bu yeni kimlik, eski kimlikle yani Türk milli kimliğiyle, dolayısıyla insanlar arasındaki yurttaşlık adı verilen siyasi bağ ile didişiyor. Amaç, o bağları dinsellik temelinde yeniden kurmak.
Daha önceleri çeşitli kimse ve çevreler tarafından dile getirilen ‘90 yıllık Cumhuriyet parantezini kapatmak’, ‘sessiz devrim’ yapmak türünden ifadeler ya da 15 Temmuz’u Kurtuluş Savaşı ile kıyaslayıp oradan yeni bir kuruluş miti türetmeye çalışmak gibi davranışlar aynı kapıya çıkıyor. Lozan’ın zafer değil “hezimet” olduğu yalanları gibi Vahdettin’in Mustafa Kemal’i Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemek için Anadolu’ya gönderdiği yalanı da aynı çabanın tarih yazımı düzlemindeki yansıması.
Türk milli kimliği ile kavgalı olanların anlamakta zorlandığı bir nokta var: toplumlar kimliklerini ortak tarihsel tecrübelerden geçerek inşa ederler. Bir topluma tarihsel geçmişinin içinden olguları seçerek, eleyerek, olabildiğince kurgusal bir tarih icat etmeye, böylece o toplumu yeni bir siyasi bağ temelinde yeniden örgütlemeye çalışabilirsiniz. Ancak olguları tersine çevirerek, olmamışları olmuş, olmuşları olmamış gibi anlatarak, olgularla kavga ederek tarih yazamazsınız. Dahası, toplumu o uyduruk tarih anlatısı temelinde yeni bir kimlikle örgütleyemezsiniz.
Hakkı teslim edelim, bazı ‘kazanımlar’ elde edilebilir tabii. Özellikle genç kuşak içinde ve bazı halk kesimlerinde, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri olduğuna, Abdülhamit’in büyükelçi tokatladığına, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı örgütlediğine, Cumhuriyet’in yüz binlerce din adamını astığına, AKP’den önce bu ülkeye bir çivi bile çakılmamış olduğuna vb. inanan bir kitle yaratmayı başarabilirsiniz. Bu sürecin sonunda Türk toplumu, tarihin tümüyle bağlamından kopartılmış, uyduruklaştırılmış, olgulara aykırı bir temelde sunulması yoluyla dünya görüşleri, zihniyetler ve ahlaki tutumlar konusunda yarılmaya uğramaktan başka bir sonuca varamaz.
Ancak bu tarih yazımı uyduruk olduğu için bütün toplumu kazanma şansı yoktur. Uydurma ve yalan temelinde topluma yeni bir kimlik giydirmek mümkün olamayacağına göre, varacağınız yer olsa olsa bir tür toplumsal şizofreni eğilimini beslemek olur.
Atatürk, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” demişti. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığının gücü, tarihsel hakikatleri değiştirmeye yetmeyeceğine göre, hakikatlerle kavgaya tutuşanları bekleyen kader, hayata hep şaşırarak bakmaktır. Hayatın hükmü, sizin kafanızdaki önyargılardan daha güçlüdür çünkü.