Taşra: Edebi ve ebedi yalnızlık
Nedret Gürcan’ı severim. Tarık Dursun K.’nın “gençlik arkadaşım” diyerek anlattığı/andığı günlerde onu tanımıştım.
Bir ad olarak biliyordum üstelik. Tanıyınca kendisini, bir ad olmanın ötesinde insan gibi insanla karşılaşmıştım.
Tıpkı Kemal Demirel gibi, beni şaşırtmayan insanlardan biriydi Gürcan.
Taşrada bilge insan pek kalmadı. Ama o her şeyiyle bir taşralı değildi. Ben tanıdığımda Nedret Gürcan’ı bilgelikten içeri bir yerdeydi üstelik. Eski Dinar günleri fotoğraflarına bakınca bir bir, bir “beyzade oğlu” çıkıyordu karşıma.
TAŞRA HUMMASINA TUTULMAK
Taşra öyledir. Bir ülkenin sağlam bir taşrası/gerçekliği varsa geleceğinden korkmamalısınız. Ama eğer ona sahip çıkmaz ufalanıp yitmesine göz yumarsanız, işte ülkeniz bugüne dönüşür.
Bu anlamda, her ne kadar edebiyatımızda “taşra kroniği” diyebileceğimiz büyük edebî yapıtlar yazılamamışsa da; benim gözümde Nedret Gürcan’ın yazıp anlattığı taşra, bize, bunun pekala yazılabileceğini gösterir.
Örneğin; Hasan Ali Toptaş, Hüseyin Kıran ve hatta Ayhan Geçgin gibi romancı/anlatıcıların Gürcan’a şöyle bir göz atıp, Turgut Uyar’ın şu dizelerini yedeklerine alıp Anadolu’nun taşrasına açılmalarını çok isterim:
Şimdi katar katar trenler Anadolu’da
Bahardan bahara dolaşmaktadır.
Biri Sivas’tan kalkar, biri Malatya’ya varır
Gurbetçiler Ardahan’dan, Posof’tan
Yayan yapıldak dağları aşmaktadır.
Bilmem bu delişmen sevda içinde halim
Nereye varır. (“Bahar Hastalığı”)
Bir anlatıcı için, eğer gerekiyorsa, taşra hummasına tutulması gerek tıpkı Nedret Gürcan gibi.
Evet, edebî ve ebedî taşrayı anlatabilmek için bu kaçınılmaz sanki.
Eğer nedret Gürcan’ı “1950 Kuşağı”na dahil ederek okursak daha iyi anlarız, anlaşılır kılarız taşradaki bu edebî kimliği.
YABANA ATILAMAZ
Anadolu’nun mümbitliği de buradan gelir işte. Gözü kapalı Anadolu’yu yazmak derdinde olanlara da çağrımdır bu. Ahmet Ümit’e, Gürsel Korat’a, Hasan Özkılıç’a, Faruk Duman’a ve daha nicelerine...
Eğer ticaret burjuvazisini zamanında oluşturabilseydi Anadolu, kim bilir bugün kaç Samim Kocagöz, kaç Nedret Gürcan’ımız olacaktı edebiyatımızda. Ve Anadolu bugün öyle çarnaçar kalmayacak, toplumumuz öyle mesleksizlik hastalığına tutulmayacak, “köylülük” kazınıp tarımsal üretim böyle heder edilemeyecekti. Büyük kentler göçle başlayan genleşmeyi böyle çarpık biçimde yaşamayacaktı. Eğitim böyle geri bir zihniyete teslim edilemeyecekti.
Ülkenin sözüm ona “gelişmiş burjuvazisi” taşrayı inkâr edip ona sırtına dönmeseydi; bugün kültürümüz/sanatımı/edebiyatımız/ulusal ve evrensel değerlerimiz şimdi başka başka iklimlerde boy gösterecekti.
TAŞRASIZ EDEBİYAT YOKSULDUR
Okuyun Nedret Gürcan’ın anlattığı taşra gerçekliklerini dile getirdiği “Benim Sevgili Taşram” (2003), “Yaşanmış Taşra Öyküleri” (2005), “Hoşça Kal Dinar” (2008), “Nedret Gürcan’a Edebiyatçı Mektupları” (2016) kitaplarını; söylediklerimin hiç de yabana atılacak şeyler olmadığını göreceksinizdir.
2000’lerin başında, “Benim Sevgili Taşram” dosyası önüme geldiğinde, hiç ikirciklenmeden, yayımlamak hevesiyle okudum, notlar aldım. Kitap yayımlandığında ikincisi de hazırdı.
Gürcan’ın birbirini bütünleyen bu iki kitabı ve Dinar’a vedası, mektupları benim gözümde “taşranın edebî kroniği”dir.
Taşrayı anlamak, taşrayı nefesleyerek yaşamak dediğimiz şeyin ne olduğunu bize tüm tanıklığıyla anlatıyor Gürcan. Bugün yitirdiklerimizin neler olduğunu da bir bir gösteriyor.
Taşrasız edebiyat ne acı, ne kadar yoksul.
Evet, galiba giderek çölleşiyor muyuz ne!