27 Aralık 2024 Cuma
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Teizmin tıkanmışlığı, ateizmin bunalımı karşısında deizm-II: Dinsiz iman ya da kitapsız tanrı

Şahin Filiz

Şahin Filiz

Eski Yazar

A+ A-

Başta Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi kitaplı büyük dinler olmak üzere, Dinler Tarihinde din olgusu Tanrı kavramından ayrı görülmez. Herhangi bir dinin Tanrı inancı üzerine kurulması, Tanrı kavramının din üzerine kurulmasına göre, daha kolay açıklanabilir cinstendir. Semitik dinler, ilkel dinler, kitaplı ya da kitapsız dinler kendilerine göre tanrı anlayışlarına sahiptirler. Din olgusu, bazen doğrudan Tanrı kavramı geçmese de her zaman insanüstücü, doğaüstücü bir varlık görüşüne sahiptir. Doğayı aşan ya da doğanın kutsal bir parçası gibi görülsün, en ilkelinden en sistemli olanına kadar bütün dinler “insanüstü güç” inancına dayanır. Buna göre, Budizm, Hinduizm ve benzeri bazı dinler dışında, Dinler Tarihinde tanrısız dinler çok değildir. O halde tanrısız bir din, din-siz bir tanrıdan daha olası görünmemektedir. Başka türlü söylersek, dn-siz Tanrı vardır ama Tanrısız din yoktur veya Tanrı, din-siz de varolabilir ama din, Tanrısız bu kadar kolay var olamaz.

Dinler kendilerini anlatabilmek için aşkın bir gücün asgari niteliklerine sahip bir tanrı anlayışına ve kavramına sahip olmak zorundadır. Ama aynı şeyi tersinden söylemek olası mıdır?

Başka bir deyişle, Tanrı, tıpkı dinler gibi, kendisini anlatabilmek için, din sahibi olmaya veya mutlaka herhangi bir din kurmaya gereksinim duyar mı? Evrenle kendi zatı arasındaki yaratış veya yaratılış ilişkisini nasıl kurduğunu, doğada yeterince göstermediğini/gösteremediğini varsayarak, kendi varlığını ve gücünü insanın kendisiyle kuracağı ilişkinin nasıl olması gerektiğine dair buyruklar göndererek mi örnekleme ihtiyacı içindedir? Özellikle kitaplı dinlerde, eğer Tanrı, sayfalar ya da kitaplar halinde kendi buyruklarını, seçtiği elçileri aracılığıyla insanlara bildirmekle, kendi varlığını, yarattığı doğa ile daha iyi anlatamadığını düşünerek bize iletmiş ise, ya Tanrı, doğa ile ilişkisini, evrendeki varlıkların matematiksel düzenine rağmen, hala anlatamamıştır, bu yüzden açıklamanın en önemli kısmını ancak gönderdiği vahiyle yapabiliyordur. Eğer yaratışı ve müdahalesine rağmen kendisini anlatmak için, vahye ve onu insanlara iletecek yine bir insana muhtaçsa, o halde tanrı değildir. Böyle bir tanrı olamaz. Veya akıllı ve bilinçli varlıklar olarak insanlar, Tanrı’nın doğa, evren ve varlıklarla ilişkisini, kurduğu matematiksel evrensel varlık evrenini anlamakta güçlük çekerler gerekçesiyle, Tanrı sadece onlara yardım etmek için kitap gönderdiyse, gönderilen kutsal kitapların arka arkaya birbirini nakzetmesi, Tanrının evrende kurduğu matematiksel sistemin de tıpkı bu kitaplar gibi ikide bir değişmesi, değiştirilmesi gerekmez mi? Tanrının gönderdiği dini, insanlar çığırından çıkarıp tahrif ediyorlarsa, ya Tanrı buna göz yumuyordur, ya da insanlara engel olamıyordur. Göz yumuyor idiyse, Tanrı etik davranmıyor demektir. Ama gücü yetmiyorsa, Tanrı vasfını taşımıyor demektir.

Sorularımızı şöyle kısaltabiliriz: Din-siz iman mümkün müdür? Din-siz ya da kitap-sız Tanrı kavramı olur mu?

Bu sorular, Deizmin en esaslı problemlerini ifade eder. Deizm bu sorularıyla, Teizme karşı oluşmuş tepkisel bir ideoloji veya dinsiz bir teoloji kurma girişimi değil, insanın kendisi, yaşadığı evren ve Tanrı ile olan ilişkisini daha anlaşılır, daha rasyonel ve daha anlamlı hale getirme çabası olarak görünmektedir. Bu çaba, toplum halinde yaşayan insanların kolektif bir girişi değil, birey olarak insanın tek başına sürdürdüğü bir anlam arayışıdır. Sırf bu bakımdan Deizm, sistematik bir doktrin sayılmaz. Çünkü dinler, bireysel olmaktan çok, toplumsal kimlik inşası olarak ortaya çıkmışlardır.

Pek çok Afrika ülkesinde insan, özellikle gurubun hayatı tehdit edildiği zaman Tanrı ile ilişki kurar. Dinsel yaşamın temelini oluşturan ayinlere, atalar kültüne başvurur. Gerçekte burada din her şeyden önce Tanrı ile kişisel bir ilişki değildir. Din cemaatin bir uygulamasıdır ve onun yaşamasına bağlıdır. Dinsel uygulama gurubun dışında bir anlam taşımaz zira ayinler ve dinsel kurumlar cemaate aittir ve bunlar cemaatin gelenekleri ve işlevleri içinde birbiriyle örtüşür. Bir minnettarlık, saygı, güven ve sevgi bağı kuran diğer bazı ilişkiler gibi, iman da ifade edildiği eylem aracılığıyla hayatta kalan bir eğilimdir. Eğer iman, kendi ifade edici amelleri aracılığıyla yeniden canlanmazsa, ölür, yok olur. Bu ameller kesinlikle bir taahhüt, bir bağlanmadır. İşte Tanrı tasavvuru, büyük ölçüde dinsel ilişkinin mahiyetini belirlemektedir. Eğer Tanrı tasavvuru dinsel guruplar ve cemaatlerin kolektif bilinç ve eylemlerinden doğan bir ide ise, Tanrı o gurup ya da cemaatin tasavvur sınırları kadar var ve güçlü olabilir. Deizm bu noktada Tanrı tasavvurunun din ve o dine dayalı guruplarca belirlenen sınırlar içinde kalmasını rasyonel ve anlamlı bulmaz. İslam düşüncesi tarihi içinde bu gün varlığını devam ettiren cemaat ve tarikatlar, dinin toplumsal bir olgu, kolektif bir inanç ve ibadet sistemi olduğunu göstermektedir. Din bu görünümüyle, cemaatler ve tarikatlara mensup insanların sınırlı gurup psikolojisi ile çizdikleri dinsel yorumu aşan, her birinin kendine göre yeniden yarattığı yeni bir din olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanrı ile ilişki bireyden alınıp cemaate devredilmiştir; ibadetler gibi inançlar da toplumsallaşmıştır. Kitap, Peygamber yanında cemaatler de bireyin Tanrı’yla ilişkisini yöneten ek bir dinsel bürokrasi oluşturmuştur. Deizmin temel kalkış noktası, gittikçe Tanrı aleyhine genişleyen toplumsallaşmış dinsel kurumun, Tanrı’yı da toplumsal guruplara göre birbiriyle rekabet eden insanımsı varlığa dönüştürmesine doğal bir karşı çıkıştır. Modern çağda Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın din olarak hızla toplumsallaşması, Tanrı kavramını da eşdeğer biçimde toplumsallaştırmaya götürmüştür. Antikçağ’daki tanrı ya da tanrılar anlayışında bile bulunan bazı insanüstü niteliklerden yoksunlaştırılmış kolektif Tanrı, çağımızda dine daha muhtaç hale getirilmiştir. Tanrı, ancak din ile ve din sayesinde vardır. Din yoksa tanrı da yoktur. Hangi din sorusunun yanıtı, günümüzde daha açık değildir. Ortaçağ’dakinden daha karmaşık, çelişkili ve tutarsız yanıtlar karmaşası, her dinsel gurubun bu soruya kendisini din olarak sunması nedeniyle, Deizme daha çok kapı aralamaktadır. Bu ise, felsefe-din ilişkisini günümüzde, Ortaçağ’da olduğundan daha fazla yaşamsal hale getirmektedir.

David Hume, felsefenin dinle ilişkisi gibi acil ve çapraşık bir sorun hakkında, Din Üstüne adlı yapıtında geçerliliğini daha çok hissettiren sorulara açıklık getirmeye çalışmaktadır. Tanrı’nın doğası, dinler tarafından gittikçe çapraşık ve çelişkili şekle büründürülmektedir. Dinler Tanrı kavramını açıklığa kavuşturmak amacını taşımakla birlikte, içerdikleri ilahi buyrukları bu amacın yüzyıllardır gerçekleştiğini gösteren kanıtlardan yoksundur.

XX. yüzyılda başlayan belli felsefi ve dini akımlar doğal olarak Deist karaktere sahiptir. Bu tür akımlar en başta Birleşik Devletlerde yoğundur. Örneğin çoğu Unitarian Universalist (Birleştirici Evrenselciler) cemaatler, deist üyeleri, deist tartışma gurupları ve derneklere sahiptir. Deizmin özelliklerini panteizmle birleştirmeye girişen Pandeism gibi bu tür cemaatler yaratma yoluyla Tanrı, evren haline gelmiştir, iddiasında bulunurlar. Buna göre, Tanrı ve yaratma arasında herhangi bir özel ilişki varsaymak için hiçbir teolojik zorunluluk yoktur. Bunun yerine, Tanrı, evrendir ve evreni yaratan, ardından da onu yöneten aşkın bir varlık (entity) değildir. Amerikalı mantıkçı ve süreç filozofu Charles Hartshorne Pandeizm ve panteizmi Tanrı’nın doğasının akledilebilir doktrinleri olarak görmüştür. Yine de bunların tümünü panenteizm lehine reddetmiştir. Panenteizme göre evrenden daha büyük olmakla birlikte Tanrı, evrende bulunur.

Deizm kavramı ilk kez İngiltere’de Herbert of Cherbury olarak bilinen Lord Herbert (ö. 1648)’in “ De Religione Laici” eseriyle ortaya atılmış oldu. Herbert’in takipçisi Charles Blount (ö. 1693), İngiltere’de Deizmin ikinci babası olarak bilinmektedir. İlk ortaya atıldığı tarih ve yer olarak Deizm, özgür düşüncenin teolojisi anlamında kullanılmıştır. Deizmin İrlandalı temsilcisi John Toland (ö. 1722) ise, panteizm kavramını felsefe diline kazandıran düşünürdür. Şu halde deizm, panteizm, panenteizm, pandeizm, teizm ve ateizmle birlikte ele alınarak anlaşılabilecek bir özgürlük teolojisidir diyebiliriz.

Deizmin bu kavramlarla bağlantısı, din olgusuna farklı açılar ve gerekçelerden yöneltilen eleştirileri paylaşması yanında, bu eleştirilerin neredeyse tamamen Hıristiyanlığa yönelik olmasıyla da açıklanabilir. Nitekim Toland, Christianity not Mysterious adlı eserinde kilise mitolojisini ve dogmalarını ayrıntılı olarak eleştirmiştir ve bu yüzden kitabı yakılmıştır.

Deizmin ikinci anavatanı olarak bilinen Fransa’da ateist olarak bilinen Fransız filozof D’Holbach, dinin kökeni ve anlamı üzerinde durarak eleştirel bir bakış geliştirir. Ona göre “insanın mutsuzluğu, kendi doğasına uymama ve başka doğalar arama edeniyle açıklanabilir. Kendi doğası ile yetinmemek eğilimi, insanı metafizik bir noktaya ve din fikrine hep taşımıştır. İnsan hep kendi doğasını aşma arzusunda olmuştur, bunun en büyük nedeni ise, gerçeğin yalın doğasına karşın, hayali olanın ve bilinemeyenin aldatıcılığıdır.

Din ahlakın temeli olamaz. Doğa sistemi ile çelişecek bir ahlakı dayatmak, insanların mutsuzluğunun temelidir. Adaletsizlik, iyilerin dinin aşırı talepleriyle ezilmesi, buna karşılık, kötülerin de cezalandırılması şeklinde, her iki tarafı da kapsar. Kötüler yine de şanslıdır, çünkü kötülerin bile bağışlanabileceği fikri dinlerden gelir. Böylece iyi ve kötü arasında bir adaletsizliğe neden olan din, ahlaka zarar vermektedir. Oysa akıl ve erdem Tanrı fikrine muhtaç etmez.”

D’Holbach, ateist bir filozof olarak bilinmesine, doğrudan Tanrı’nın varlığını reddeden bir düşünür olarak tanınmasına rağmen, sorunun asıl temelinin din-Tanrı ilişkisinde düğümlendiğine işaret etmektedir. Tanrı kavramı, din tarafından karartılmakta; Tanrı tanınmaz hale gelmektedir. Çünkü Tanrı hakkında tek konuşan ve kendini biricik yetkili sayan, dinlerdir. Dinlerin dışında herhangi bir Tanrı fikrinden söz etmek, din-siz bir Tanrı’dan söz etmeyi zorunlu kılar. Buna göre din olmadan Tanrı olmaz. Tanrı’nın zati, Sübuti ve Selbi sıfatlarını bile dinlerden öğreniriz. Bir an için dinlerin olmadığını varsayalım. Bu yaklaşıma göre, Tanrı’yı nereden ve nasıl öğreneceğiz? Akıl yoluyla öğreneceğimizi ileri sürdüğümüzde, dinlerin asırlarca insan zihnine kazıdığı şu fideist önyargıyı ne yapacağız? “ Tanrı akılla bulunamaz, anlaşılamaz, bilinemez ve dolayısıyla iman akıl işi değildir.” İşte tam bu noktada Deizm, Tanrı varlığın ve bu varlığı bilmenin, O’na inanmanın dinlerin varlığını zorunlu kılmadığını vurgular. Ateizmin berisine çekilip Tanrı’yı kabul ederken, Teizmin ötesine geçip kitap ve peygamber zorunluluğunu aşar. Dinin Tanrı’ya rağmen ortaya koyduğu dinsel dayatmaların, Tanrı’ya iman etmek için zorunlu olmadıklarını kanıtlamaya girişir.

Peki, dinin zorunluluğu fikri nereden gelmektedir? Neden din ya da dinler? Dinin gücü nereden geliyor? İlahi kaynaktan geliyorsa, hem birbirleriyle hem de kendi içlerinde açıkça çelişen dinler, Tanrı kavramını hangi hak ve yetkinlikle anlaşılabilir kılacaktır?

İnsan varoluş sorununa en mutlak yanıtı din yoluyla bulmaya çalışmaktadır. Bu arayış, belki insanlık tarihi kadar eskidir. Dinin temel anlamı, yalnız varoluş zeminde bulunabilir. Kült, inanç ve kuralları üreten kurumlardan farklı olarak antropolojik araştırmalar tüm dinlerde ortak özellikler saptamıştır. Bu saptama, dinler arasındaki sıkı ilişkiyi imlediği kadar, her birinin aynı gerekçelerden dolayı zafiyeti bulunduğunu imlemektedir. Benim tanımlamamla simgeler ve semboller üreten bir kültür varlığı olarak insan, bu özellikleri sayesinde baştan başa ahlaksal bir varlık olarak etik sınıflamaların ve ürettiği kültlerin rasyonelleştirilmesi için, ürettiği bu kültür unsurlarından biri olan dine ihtiyaç duyar. Din de bu anlamda, kültürün başka önemli bir unsuru olan bilim gibidir. İnsan bilimi üretir, sonra ürettiği bilime ihtiyaç duyar. Yani insan kültürel unsurları, eksikliğini hissettiği alanlarda üreterek, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır.

Din insanın trajedi ve kaygı karşısında, kendi varoluşuna anlam vererek varoluş sorununu çözmeye çabasına girişir. Bu çabanın adı, metafizik alanda din adını, fiziksel alanda ise, bilim adını alır.

İnsanın Tanrı’yı anlaması her zaman kendi varoluş sorunu bağlamında gerçekleşmektedir. Tarihle ilişkisinin yarattığı baskıya dayanabilmek için, Tanrı yoluyla tarihle ilişki kurmaya çalışır. İnsanın Tanrı’yı anlaması hem kendi ihtiyacını kendisinin anlama refleksi, hem de kendi sosyal durumunun bir refleksidir. Varoluş, kültür ve medeniyet çerçevesi içinde fark edildiği için, varoluşa dinin verdiği yanıt da aynı çerçeve içindedir. Amerikalı ilahiyatçı filozof Paul Tillich de (ö. 1965), ‘telaffuz edilmeyen Tanrı’ kavramlaştırmasında, her insanın gerçek tanrısının, onun söz ve iddialarındaki Tanrı değil, ‘son ve bağlayıcı realite’ olarak seçtiği değer olduğunu söyler.

Deizmin genel olarak Hıristiyan teolojisi ve dinsel kurumlarına yönelik din-siz Tanrı anlayışı olarak öncelikle 17. Yüzyıldan başlayarak İngiltere ve Fransa’da ortaya çıktığını belirtmiştik. Din karşısında Tanrı’nın, ya da Tanrı karşısında dinin yerini sorgulayan Deizm için ileri sürülen gerekçeler acaba İslam dini için de geçerli midir? Yoksa Deizm sadece Hıristiyan Batı teolojisine özgü dinsel ve felsefi sorunu mudur?