29 Aralık 2024 Pazar
İstanbul
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Tepetaklak olmuş dünyayı tersine döndürmek

Damla Yazıcı

Damla Yazıcı

Eski Yazar

A+ A-

İşgaller, kölelik, kan ve ateşle yoğrulmuş topraklar diyarı Latin Amerika’da yirmi ulusun tarihinin hızlı görüntüleri baş döndürücüdür oysa onlar tek bir tarihi paylaşır: Sömürgeleşme. Sömürü burada her öykünün ortak noktasıdır. Muz ağaçlarının gölgesine sığınan küçük arazilerde mısır ve manyok yetiştiren esmer insanlar ve Buenos Aires, San Paulo, Meksico City gibi mega kentlerin meydanlarında işlerine yetişmeye çalışan orta sınıf bir Amerikalı’dan farksız insanlar… Kazananlar ve kaybedenler, zenginler ve yoksullar, fatihler ve fethedilenler, patronlar ve köleler, işte Latin Amerika tarihinin kökeninde yüzyıllardır bu kadim çelişki yatar. Afrikalı, Avrupalı ve yerli Amerikalı insanların tarafsız koşullarda bir araya gelmediği bu toprakların hikayesinde sömürünün doğurduğu tarihi hareketler ve sömürünün kucağına doğan çocuklar vardır. Bu çocuklardan biri Uruguay’da doğacak ve bu kesik damarlar kıtasının hikayesini 1971 yılında kaleme alacaktır: Eduardo Galeano

Galeano, Uruguay kahvelerinde Latin Amerika’ya özgü inanılmaz öyküler dinleyerek büyüdüğünü söyler. Ayrı ayrı ülkelerden oluşsa da kıta kültürü ortak bir halk yaratır Latin Amerika’da. Galeano ait olduğu yeri anlatırken “Her zaman Machu Picchu’nun taşları ya da ülkemin çakılları kadar Latin Amerikalı olduğumu biliyordum. Bunu biliyordum ve biliyorum, bir şey gerçekten nasıl biliniyorsa öyle” diyecektir. Amerika’nın belleğine saplantılı olan yazar kendisinden habersiz topraklara yardım etmek için yazacak, bu toprakların tarihinin içindeki acıları, isyanları, mücadeleleri ararken kendini bulacak, bu tarihin içinde onunla kaybolacaktır. Toprağının üstünde yürüyen her bir ayağın hikayesine ulaşacak, ulaştığı o hikayenin sömürülen bütün dünya insanlarının hikayesi olduğunu bilecektir. Sınırlı yaşamlara mahkum edilmeye çalışılmış şefkatli toprakların damarlarından akan kan, dünya denen mezbahanın içinde bir nehir gibi akarken, büyük televizyonları karşısında göbeklerinin üstüne koydukları şaraplarını içen “tanrılar” ile mücadele edecektir.

Ortak kadere karşı direnme

Kıtanın Arjantin ve Brezilya arasına sıkışmış küçük ülkesi Urguay’da doğan Galeano, hem yaşadığı hem yazdığı bu ülkeyi tanımlarken şöyle diyor: “Ayda doğmadık, göğün yedinci katında yaşamıyoruz. Dünyanın fırtınalı bir bölgesinde, Latin Amerika’ya ait olmanın ve zorlu geçen bir tarihsel süreci yaşamanın mutluluğuna ve talihsizliğine sahibiz. Sınıflı toplumun çelişkileri burada zengin ülkedekilerden çok daha kıyıcı.” “Gelişmekte olan bir ülke”de yaşayan bizler yazarın bu söylediğini çok daha içimizden duyumsayabiliyoruz. Galeano’nun anlattığı kıyıcılığa araya giren Atlas Okyanusu'na rağmen bizler de maruz, tanık oluyoruz. Coğrafyanın ya da ülke adının, insanın renginin ya da cinsiyetinin farklı olması bunlardan muhaf tutmuyor bizi, hepimizin mahkum edilmeye çalışıldığımız ortak kadere karşı direnme ile geçen yaşamlarımız var. Bu nedenledir ki Galeano, kendi topraklarının ötesinde evrensel bir yazar olarak dünya düzeninin acımasız yaptırımlarını, haksız işgallerini, çelişkili işleyişlerini ve buna karşı ezilenlerin haklı mücadelelerini, dirençlerini, acılarını ortaya koyuyor.

Latin Amerika’da militan gazeteciliğin önde gelen isimlerinden olan Galeano gazeteciliğin edebiyatın bir alt kolu değil, başlı başına etkili bir edebiyat türü olduğu fikrini eserlerinde somutlaştırdı. Gazetecilikten öğrendiği becerileri sıralarken “kısa tutmayı öğrendim” der. 20 yaşını geçtiğinde tarihi keşfeder. “Geçmişin sessiz ya da dilsiz olmadığını” anlar. Tarihteki keskin bilgilerin canlı birer hikaye olduğunu Carpentier romanlarından, Pablo Neruda şiirlerinden öğrenecektir. İlk yazısı Uruguay’ın efsane haftalık gazetesi Marcha’da yayımlanır. Marcha 1939’dan 1974’te diktatörlük tarafından kapatılana kadar 35 yıl yayımlanan, aynı idealler uğruna bünyesinde birleşen yazarlardan eleştirel ve politik kuşak yaratan bir gazetedir. Bu kuşak Galeano’ya ustalık edecek kuşaktır. Uruguaylı ünlü yazar Juan Carlos Onetti bu ustalardan biridir. Galeano ondan “yaşamayı hak eden kelimelerin yalnızca sessizlikten daha iyi kelimeler olduğunu” öğrenir. Meksikalı yazar Juan Rulfo’dan ise kalemin ucundan çok arkasıyla yazmayı, yani silerek yazmayı. Gazeteci kimliği, tarih merakı ve edebiyat Galeano’nun kalemini biçimlendirecek, dünyaya bakışındaki politik tavrı eserlerinde adeta kamera görevi görecektir. Galeano dünyayı hem bir köylü hem bir gazeteci hem de bir sinemacı gibi gözleyecek, yazısını kendi deyişiyle “çizer gibi” yazacaktır.

Uygar dünya örgütlü suçun ta kendisi

İlk baskısı 2004 yılında Çitlembik Yayınları’ndan yapılan, geçtiğimiz günlerde ise Sel Yayıncılık’tan çıkan ve Galeano’nun denemelerinden oluşan “Tepetaklak- Tersine Dünya Okulu” bütün bu bağlamlar ele alındığında Galeano’nun globalizm ve vahşi kapitalizme attığı oklardan oluşuyor denebilir. Her önermesini çarpıcı ve ufuk açıcı örnekler ve anektotlarla zenginleştiren Galeano’nun 1998’de ortaya koyduğu tespitler bugün katlanmış bir biçimde devamlılığını sürdürüyor.

Günümüz dünya ekonomisinin eşitsiz rekabet şartları, dayatmaları ve şekillendirmeleri büyük bir örgütlü suçun ta kendisi durumunda. Parayı kontrol eden güçler bazı coğrafyaları “gelişmekte olmaya” mahkum ederek, onlar üzerinden zenginliklerine zenginlik katıyor, “medeni ve uygar dünya”nın sahibi olduklarını büyük bir ikiyüzlülükle ve ideolojik silahlarla tüm dünyaya empoze ediyorlar. Galeano’nun kitabında öne sürdüğü tezler yahut betimlemeler yeni şeyler olmamakla birlikte devamlı ve değişmeden ilerliyor. Üzerine daha kaba ve vahşi yeni sömürü sistemleri ekleniyor.

Gücü elinde bulunduran egemenler ötekileri yiyeceğe, barınmaya, yaşamaya aç bıraktığı gibi artık gerçekliğe de aç bir duruma getirdi. “Post-truth”(post-gerçek) kavramı ile önüne post gelen her şeyin bulanıklaştığı gibi gerçeklik içi boşaltılıp, egemen güçlerce yeniden inşa edilerek bambaşka bir kavram haline getirildi. Galeano henüz bu kavram neoliberallerin dilinde dolaşmazken değişmeyen “Batı” veya “Kuzey” kurnazlığını gözler önüne seriyordu: “Kapitalizm, piyasa ekonomisi artistik ismiyle ışıldıyor; emperyalizme küreselleşme diyorlar; emperyalizm kurbanlarına gelişmekte olan ülkeler diyorlar ki cücelere çocuk demek gibi bir şey bu… Şili diktatörlüğündeki toplama kamplarının birinin adı Haysiyet’ti ve Uruguay diktatörlüğünün en büyük cezaevinin adı Özgürlük’tü.”

Hapishanelerin anahtarları kimin elinde?

Eşitsizlik ve onun yarattığı sömürü daha sonra sömürünün yarattığı eşitsizliğe dönüşürken bu paradoks yüzyıllardır insanlık tarihinin halklarının üzerinde tavaf ettiği bir çember haline geliyor. Galeano bu tavafı tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. “Pek çok acının ve ölümün sonunda güzellikler karşısında hayrete düşme ve alçaklıklar karşısında öfkelenme yeteneğini hala koruyarak” büyük bir sadelik, ironi ve gerçeklikle önümüze koyduğu “uygarlık”, “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarını tekrar tekrar sorgulamamızı sağlıyor. “1960 yılında insanlığın en zengin yüzde yirmisi en yoksul yüzde yirminin otuz kat fazlasına sahipti. 1990 yılında fark yetmiş kattı. Ve o günden beri ara gitgide açılmaya devam ediyor. 2000 yılında fark doksan kat olacak” diyordu yazar ve tarihler 98 yılını gösteriyordu. Bugün 2017’den bildirdiğimizde farkın doksan katın daha da üzerinde olduğunu söyleyebiliyoruz ve adaletsizliğin hukuk halini aldığı bir dünyada eşitlik mücadelesi veriyoruz.

16. yüzyılda Rönesans Avrupalılarının dişlerini Meksika’dan Arjantin’e kadar tüm Latin Amerika topraklarının boğazına geçirmek üzere yola çıktığı zamanlardan beri ezen ve ezilen arasındaki çetin mücadele devam ediyor. Bu mücadelede ezilenlerin kalemşoru olan Galeano, yazdıklarıyla kendini kaybetmeye terk etmiş halklara can suyu olurken, tepetaklak olmuş dünyayı tersine döndürmek için mücadele verdi. Borges’in, Cortazar’ın, Lorca’nın, Neruda’nın topraklarının hüzünlü ve büyülü atmosferini özgün bir biçimde okura sundu.

Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin Meksika sınırında yükselen çelik duvara, insan bariyerine bakarken, taşların bile oluk oluk terlediği Orta Amerika şehirlerine koket hanımlar için ABD tarafından pazarlanan deri kürk mantoları da düşünün. İşte o zaman anlarsınız ki Galeano’nun dediği gibi “ Doğayı ve insan haklarını en vahşice ihlal edenler asla hapse girmez. Cezaevlerinin anahtarları onlardadır.” çünkü.



Tepetaklak
(Tersine Dünya Okulu)

Eduardo Galeano

Sel Yayıncılık

Çev: Bülent Kale

350 s.