03 Kasım 2024 Pazar
İstanbul 12°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Tozlu raflardan indirdiğim kitaplar

Selçuk Ülger

Selçuk Ülger

Site Yazarı

A+ A-

Yerlebir edilmiş evlerin, sokaklara saçılmış ölülerin, ilaçsız yaralıların, yollara düşmüş çaresiz insanların acı görüntüleriyle başlıyor yine televizyon haberleri. Alt yazılardan akıp geçen ölü ve yaralı sayılarını çoktandır kanıksadı insanlar; on... yüz... bin... hiç fark etmiyor artık, sadece 'rakam' olarak okuyup geçiyorlar. Kameralar, yerdeki cansız körpe bedenlerin başında ağlaşan annelere, babalara kısacık odaklandığında, insanların akıllarına bir anlığına kendi çocukları, torunları geliyor; gözlerini bir süreliğine ekranlardan kaçırıyorlar. Spiker, spor haberlerini, hava durumunu neşeyle okumaya başlayınca, yeniden sehpalardaki çaylara, kahvelere uzanıyor eller; ara verilen sohbetlere geri dönülüyor, yaşam kaldığı yerden devam ediyor...

Tozlu raflardan indirdiğim kitaplar - Resim : 1

Neresinden bakarsak bakalım, kirletilmiş bir yüzyılda yaşıyoruz. Hem de çok kirletilmiş...

Akıllı füzeler bizim tepemize yağmadıkça, savaşın alevleri kendi evlerimize sıçramadıkça, artık ne savaş umurumuzda ne de katledilen günahsız çocuklar...

Medya kuruluşlarının çoğu taraflı yayın yapıyor. Avrupa'nın, hatta dünyanın hemen her yerinde durum aynı. Bırakın sıradan insanları, birkaç istisna dışında, aydını, yazarı, gazetecisi, siyasetçisi suspus. Emperyalizmin yarattığı şu kan gölünün, gözyaşı selinin ortasında bile, gerçeklerin dili olamıyor, dişe dokunur bir iki satırı özgürce yazamıyorlar. Görünen o ki, bol sıfırlı destek fonlarıyla, cafcaflı ödüllerle birçoğu tutsak alınmış, sesleri kısılmış, kalemleri çoktan iğdiş edilmiş...

Tozlu raflardan indirdiğim kitaplar - Resim : 2

Oysa, geleceğin insanları bir daha emperyalist oyunların tuzaklarına düşmesinler, çocuklar savaşların bedelini canıyla ödemesinler, ana babalar evlat acısı içinde kıvranmasınlar diye, ömrünü insanlığa adamış gerçek aydınların, gözü pek gazetecilerin, büyük edebiyatçıların gür sesleriyle çınlıyordu yakın tarihimiz. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra insanlığa yol gösteren o yüce aydınların soyları ne çabuk tükenmiş meğerse...

Yıllar önce, Bertholt Brecht'i, Heinrich Böll'ü, Wolfgang Borchert'i... kitaplığımızda gören yaşlı Alman komşumuz, biraz da alaysı bir dille, “Milenyum çağında hâlâ bunları okuyan kalmış mı!” demişti gülerek. Savaş yıllarının tüm acılarını yaşamış ak saçlı komşumuzun iyimserliğini paylaşmış olmalıyım ki, Almanların 'Yıkıntı Edebiyatı' diye tanımladığı akımın adını andığım yazarlarını kitaplığımın görünmeyen raflarına kaldırmıştım o günlerde. Ne de olsa aklın, bilimin zirve yaptığı iletişim çağındaydık artık! Sosyalizm nihayet çökmüştü! Ulus devletler tek tek yıkılıyor, Avrupa ülkeleri aralarındaki sınırları kaldırıyor, dünya artık küçük bir köye dönüşüyordu! Her renkten, her milletten halklar, artık ayrı ayrı ülkelerin değil, dünyanın yurttaşları olacaklardı!

Tozlu raflardan indirdiğim kitaplar - Resim : 3
Bertholt Brecht

Cephelerden, esir kamplarından, enkaza dönmüş yurtlarına geri dönen ve yaşanan acıları sanatın aynasıyla geleceğin dünyasına olanca sarsıcılığıyla yansıtan Yıkıntı Edebiyatı'nın dev yazarlarının da modası çoktan geçmişti artık!

Geçen yıllar içinde, gerçek edebiyatın yerini, bencilliği, ânı yaşamayı, haz peşinde koşmayı öğütleyen “sahte edebiyat” aldı. Kapitalizmin bozuk düzeni, kişiliğini, karakterini, ruh dünyasını altüst ettiği topluma, bireyciliği ve kendimciliği öğütleyen yapıtları mutluluk iksiriymiş gibi sunarak çıkıyordu işin içinden. Bencilleştikçe yalnızlaşan, yalnızlaştıkça plâstikleşen, duygusuz, duyarsız, kendi cinsiyetiyle bile kavgalı, ruhsuz insan yığınları yaratıldı tüm dünyada...

Tozlu raflardan indirdiğim kitaplar - Resim : 4
Savaş Sonrası Almanya

Solan umutlarımıza yeniden can suyu vermenin, örselenmiş vicdani duygularımızı onarmanın tam vakti. Zor zamanlar, insanın kendini gözden geçirmesi zorunluluğunu da beraberinde getirir çoğu zaman. On yıllardır kirletilen ruh dünyalarımızı temizlemenin en iyi yollarından biri de edebiyata, yani gerçek edebiyata sığınmak. Bu düşüncelerin etkisiyle, savaş kuşağı Alman yazarların kapağı tozlanmış ama içi pırıl pırıl yapıtlarını kitaplığımın güneş gören raflarına dizdim yeniden. İlkin, Heinrich Böll'ün 'Denemeler'ini aldım elime. İnsan çabuk unutuyor; oysa ne çok notlar almışım sayfaların boş kıyıcığına! Sonra Brecht'in, Günter Eich'in şiir seçkilerinde gezindim. Ardından, gencecik yaşında yiten Wolfgang Borchert'in 'Kapıların Dışında' oyununun altını çizdiğim satırlarını hüzünlenerek yeniden okudum. Böyle sarsıcı bir oyunu, yirmi beş yaşında bir gencin yazdığına yine şaşıp kaldım. Derken, sıra Max Frisch'e geldi. Savaşın barut kokuları henüz dağılmamışken Zürih'te tuttuğu 'Günlükler'in bazı sayfalarına dalıp gitti gözlerim.

Her dönemde, insanın sığınacağı tek limanın yine insan yüreği olduğuna bir kez daha inandım. Sol yanında kocaman yürek taşıyan insanların yarattığı güzel bir dünyada yaşama arzum, Max Frisch'in güncesindeki bir bölümü okurken iyice pekişti:

“Zürih, 1946, Café de la Terasse *

Berlin'den birisi bildirdi: Bir düzine perişan tutsak, Rus askerin denetiminde bir sokaktan geçiyor. Muhtemelen uzak bir kamptan geliyorlar ve genç Rus asker onları bir yere çalışmaya, o zamanki deyimle 'istihdam' etmeye götürüyor. Herhangi bir yere, gelecekleriyle ilgili hiçbir şey bilmeden götürülüyorlar; her yerde rastlanan hayaletler onlar.

Tesadüfen, yıkık bir binadan çıkan bir kadın bağırmaya başlıyor; birdenbire caddeden koşarak geliyor ve esirlerden birini kucaklıyor. Küçük birlik durmak zorunda kalıyor; tabii Rus asker de anlıyor ne olduğunu; hıçkırıklara boğulan kadını kucaklayan esirin yanına gidip soruyor:

“Karın mı?”

“Evet!”

Sonra kadına soruyor:

“Kocan mı?”

“Evet!”

Sonra eliyle işaret ediyor:

“Kaçın! Kaçın!”

İnanamıyorlar, duruyorlar; Rus asker diğer on bir kişiyle yürümeye devam ediyor; birkaç yüz metre sonra sokaktan geçen birine işaret ediyor, makineli tüfeğiyle grubun içine itiyor zorla. Devletin ondan istediği düzineyi tamalamak için...”

*Tagebuch, Max Frisch, 1946-1949, Suhrkamp Verlag

Günlükler, Max Frisch, 1946-1949, YKY Yayınları Çev. Dilman Muradoğlu

Gazze Almanya